Kentsel dönüşüm, deprem yönünden
riskli bölgelerde bulunan çürük ve insan sağlığına uygun olmayan yapıların
yıkılması ve yerlerine yeni binalar yapılmasıdır. Bu uygulama devlet gücüyle ve
yasa zoruyla yapılmaktadır.
Bu açıdan bakıldığında kentsel dönüşüm,
vatandaşların can güvenliğine ve sağlıklı yaşamına yönelik bir önlem gibi
görülebilir.
Ancak konuya biraz daha yakından
bakıldığında bir takım soru işaretleri belirmektedir:
Geçmişte, söz konusu riskli
alanlarda çürük ve insan sağlığına uygun olmayan şekilde gecekonduların ve
derme çatma binaların yapılması, devletin göz yummasıyla olmuştur. Buralara
elektrik, su, doğalgaz, ulaşım, alt yapı gibi hizmetler devlet tarafından
götürülmüştür. Bunun nedeni, seçimlerde buralarda oturanların oylarını
alabilmektir. Çoğunlukla köyden kente göç edenlerin yerleştiği bu alanlarda
yaşayanlar, kentin yoksul kesimini oluşturmaktadır.
Kentsel dönüşüm uygulamasında
devlet, önce kentin riskli alanlarını belirler. Bu alanlardaki binalar, devlet
zoruyla yıkılır. Riskli alanda yer alan bir bina, sağlam olsa bile devlet
tarafından yıkılabilir. Yıkıma engel olmaya çalışanlar gerektiğinde hapse bile
girebilir. Elektrikleri, suları, doğalgazları kesilebilir. Evleri yıkılan
insanlara geçici olarak kira yardımı yapılır. Yeni binayı bir inşaatçı firma
yaparsa bu insanlar, bedeli karşılığında yeni binadan konut alabilir.
Ev sahipleri açısından burada bazı
sorunlar vardır:
Var olan konuta biçilen değer, yeni
binadan ev almaya yetmeyecektir. Dolayısıyla ev sahibi, kişilerden veya
bankalardan borç almak zorunda kalacaktır. (Tabii ödeme gücü varsa).
Ödeme gücü olmayan ev sahipleri, bu
durumda evleri kaç lira ediyorsa o parayla, kentin uzak semtlerinden ev almaya
çalışacaktır. Bu da eski semte alışmış, orada komşuları olan, semte yakın
işyerlerinde çalışan insanların yabancı bir bölgeye taşınmaları demektir.
Yabancı bir çevre, yabancı insanlar, şehre ve işyerine uzak bir ev.
Ödeme gücü olan bir ev sahibi,
bulunduğu yerde yeni yapılan binadan konut alabilse bile yine bir takım
güçlüklerle karşılaşacaktır:
Önceden bağımsız bir evde veya
akrabalarının oturduğu bir apartmanda yaşarken aidat ödemeyen kişi, yeni
yapılan apartmanda aidat ödemek zorunda kalacaktır.
Çok katlı ve çok daireli bir
apartman veya site, onun alışmış olduğu eski yaşam tarzına uymayacaktır.
Örneğin, eskiden dairesinin kapısını bile kilitlemeden aynı binadaki
akrabalarını / komşularını ziyaret edebilirken, şimdi hiç tanımadığı kalabalık
bir grup içinde yaşamak, ona zor gelecektir.
Konuyu mülkiyet hakkı ve sosyal
devlet ilkesi bağlamında değerlendirmek gerekirse;
Bir vatandaşın sahip olduğu bir
konutu zorla yıkmak ya da elinden almak, Anayasa tarafından verilen mülkiyet
hakkına aykırıdır.
Devlet bu noktada kamu yararını öne
sürmekte ve demektedir ki: Ben vatandaşımın can güvenliğini ve sağlıklı
yaşamını güvence altına almak zorundayım. Dolayısıyla, çürük binayı yıkarım
veya kamulaştırırım (mal sahibinin elinden alırım).
İlk bakışta doğru gibi görünse de,
bu defa da Anayasa’daki “sosyal devlet” ilkesi ve “konut hakkı” öne
sürülebilecektir. Yani devlete şu noktada itiraz edilebilecektir:
Ey sosyal devlet, mademki sen
vatandaşın konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri almak zorundasın, tamam,
benim sağlıksız konutumu yık, aynı yerde yenisini yap, ama benden para isteme.
Çünkü sen sosyal devletsin.
Bütün bu sorunlar ve tartışmalar,
ayrıca gazetelere yansıyan haberler bizi şu noktaya getirmektedir:
Kentsel dönüşüm denilen olgu, bir
rant yaratma ve bu rantı paylaşma olgusudur. Kentin merkezî yerlerindeki
alanlar (Kadıköy’de Fikirtepe, Beyoğlu’da Tarlabaşı gibi) eskiye göre çok değer
kazanmıştır. Amaç, buralardaki gecekonduları ve eski yapıları temizlemek,
yerlerine lüks konutlar ve iş yerleri yaparak bunları yüksek fiyatlarla,
varlıklı kesime pazarlamaktır. Bu arada bu semtlerin eski sahipleri, evlerini
kaybetmekte ve şehrin uzak semtlerine sürgün edilmektedir. Yeni yapılan lüks
konutların ve iş yerlerinin satış bedelleri ise, inşaatçı firmalarla
belediyeler arasında paylaşılmakta, bu sayede birileri zengin edilmektedir.