Bu Blogda Ara

31 Ekim 2011 Pazartesi

Orhan Kemal'in "Gurbet Kuşları" Romanı

Gurbet Kuşları’na ilişkin inceleme ve değerlendirmelerde romanın Tekin Yayınevi’nden çıkan 2002 tarihli 6. baskısı esas alınmıştır.

Romanda Anlatılan Tarihsel Dönem

Romandaki olaylar 1955 ile 1960 yılları arasındaki bir dönemde cereyan eder. Zaman zaman 6–7 Eylül 1955 tarihinde azınlık işyerlerine yönelik olarak Beyoğlu’nda meydana gelen yağmalama eylemi anımsatılır. Menderes hükûmeti, İstanbul’da yeni yollar açmak için yoğun bir kamulaştırma ve imar faaliyeti içindedir. Bu faaliyet nedeniyle İstanbul’da çok sayıda işçiye ihtiyaç duyulmakta, bu ihtiyaç Anadolu’dan gelen göçmenlerce karşılanmaktadır. Bu yıllar, kentleşmenin hız kazandığı, göçmen yığınlarının köylerinden kopup şehirlere akın etmeye başladığı yıllardır.

Ortamda yoğun bir siyasallaşma vardır. İktidar ile muhalefet ilişkileri gittikçe gerilmektedir. Herkes DP’ye ve “Vatan Cephesi”ne yazılmaya zorlanmakta, yazılanların isimleri radyodan duyurulmaktadır.
İktidara yakın kişiler, yoğun inşaat işleri için açılan ihalelerden pay alma yarışına girmekte, hükûmet “her mahallede bir milyoner” yetiştirmeye çalışmaktadır.
Öte yandan halk, gıda ve yakacak maddeleri için kuyruklardadır. Kamulaştırmalar birçok ailenin evini yitirmesine yol açmıştır.

Özet

Kuşluk treniyle Anadolu’dan İstanbul’a gelen “gurbet kuşları”ndan biri de İflahsızın Memed’tir. Sivas’ın bir köyünden trene binip; tahta bavulu, yorganı ve elinde bir mektupla İstanbul’a gelmiştir. Bu davet mektubunu, sebze halinde çalışan ve anne tarafından akrabası olan köylüsü Gafur iki yıl önce yazmıştır. Mektupta İstanbul’da inşaat işleri için işçiye ihtiyaç olduğunu, inşaat işi olmasa bile kabzımallık işinde birlikte çalışabileceklerini yazmış, Memed’i İstanbul’a çağırmıştır. Gafur, gerek köye yaptığı ziyaretlerde, gerekse mektuplarında, çalıştığı sebze-meyve dükkânının kendisine ait olduğu izlenimini vermiştir.
Memed, trenden indikten sonra Küçükpazar Hali’ne gelerek hemşehrisi Gafur’u bulur. Gafur Memed’i soğuk karşılar. İki yıldan beri İstanbul’a çok göçmen geldiğini, iş bulmanın zor olduğunu söyler. Gafur’un bu davranışlarıyla morali bozulan Memed’e, dükkânda hamal olarak çalışan Divriğili Veli yakınlık gösterir. Memed, Veli’den Gafur’un dükkânda sadece bir işçi olduğunu öğrenir.
Veli Memed’i kaldığı yere götürür. Burası Küçükpazar’da Abdülhamit döneminden kalma terk edilmiş bir konaktır. Konağın üst katındaki büyücek salonda Veli ile birlikte on beş-yirmi kadar işçi barınmaktadır. İşçiler, kendisi de aynı yerde kalmakta olan Hacı Emmi’ye gecelik elli kuruş kira ödemektedirler. Memed de burada kalmaya başlar. Bütün hayali bir iş bulabilmektir. Bir iş bulabilirse iki buçuk lira gündeliğe razıdır.
Hacı Emmi, Memed’e konakta kalmakta olan yıkım ustası Bekir’in yanında iş bulur. Memed, Balıkpazarı’nın yıkım işinde Bekir’in ekibinde çalışacaktır. Gündelik 12,5 lira alacak, bunun iki buçuk lirasını Hacı Emmi’ye verecektir.
Memed, konakta kalan yıkım işçilerinden “Kastamonulu” ile yakınlık kurar. Kastamonulu, doğduğu köyde sekiz-on yaşına kadar kalmış, köy okulunda okuma yazma öğrenmiş, annesinin, “dostu”yla kaçması üzerine babası ile birlikte İstanbul’a gelmiştir. İstanbul’da da bir süre ortaokula devam eden Kastamonulu, okumayı seven, bilinçli ve aklı başında bir gençtir. Babası Murat usta, şu sıralar Moda’da bir köşk inşaatında duvarcı ustalığı yapmaktadır.
Diğer taraftan Gafur’un çalıştığı sebze-meyve ticarethanesinin sahibi Hüseyin Korkmaz, İstanbul’da iyice yoğunlaşan yıkım-yapım işlerinden pay almak amacıyla müteahhitliğe başlamış, artık eskisi kadar dükkân ile ilgilenemez olmuştur. Dükkânın işlerini kâtip Hilmi ile Gafur’a ve hamal Veli’ye bırakmış, Gafur’a, Moda’daki köşkünün alt katında bir oda vermiştir. Artık o, kabzımal Hüseyin Efendi değil, müteahhit Hüseyin Beyefendi olmuştur.
Uzun boylu, geniş omuzlu, kırk yaşına yakın bir adam olan Hüseyin Korkmaz, Niğde’nin köylerinden birindendir. İstanbul’a ilk geldiğinde Unkapanı kahvelerinin arkalarındaki bekâr odalarında barınmış, bundan yedi-sekiz yıl kadar önce bu dükkâna hamal olarak girmiştir. Zamanla patronun gözüne giren ve patronun konağında bir odada kalmaya başlayan Hüseyin, patronun Cilveli Nesibe diye anılan karısı ile ilişkiye girmiştir. Patronun şüpheli ölümünden sonra Hüseyin ile Nesibe imam nikâhı ile evlenmişler, kadın, dükkânı ve evi Hüseyin’in üzerine yapmıştır. Hüseyin, artık yaşlanmaya yüz tutan Nesibe’yi, iki yıl kadar önce boşamış ve köyüne göndermiştir.
Hüseyin, Nesibe’den ayrıldıktan sonra, bir akşam Tepebaşı gazinosunda tanıştığı Nermin ile evlenir. Bir doktorun kızı olan Nermin, birkaç yabancı dil bilen, güzel ve alımlı bir kadındır. 1950 öncesinde CHP’li bir politikacı ile evliyken eşini dönemin milletvekilleriyle ve bürokratlarıyla birçok kez aldatmış ve bir süre sonra eşinden boşanmıştır. Geniş bir politikacı çevresi olan Nermin, 1950 seçimlerinde DP’nin iktidara gelmesinden sonra CHP’den ayrılarak DP saflarına katılmış ve İstanbul’a gelmiştir.
Romanda sık sık, sahibi olduğu bej renkli Opel otomobilini kullanırken betimlenen Nermin’in DP’ye olan yakınlığı sayesinde İstanbul’daki yıkım yapım işlerinden ihaleler alan Hüseyin, bunları yüklü bir aracılık komisyonuyla başkalarına devretmekte ve bu işten iyi para kazanmaktadır. Kısa sürede hâlen oturmakta oldukları Moda’daki köşke, ayrıca Şişli ve Osmanbey’de iki apartmana sahip olmuşlardır. Kısacası Hüseyin, DP iktidarının her mahallede yarattığı milyonerlerden biridir.
Zenginliği, cinsel zevkleri ve mevki sahibi olmayı hayattaki başlıca amaçları olarak benimseyen Nermin, köylü ve kaba bulduğu Hüseyin’in yakışıklılığından etkilenerek onunla evlenmiş, Hüseyin’in biraz “yontulursa” ileride parti içinde yükselebileceğini, hatta milletvekili bile olabileceğini düşünmüştür. Kocasının taşralılığını, şiveli konuşmasını küçümsemekte, ona yol yordam öğretmeye çalışmaktadır.
Hüseyin ise bütün bu törensellikten sıkılmakta, köyünü özlemektedir. En büyük zevki karısının evde olmadığı zamanlar beyaz gecelik entarisini giymek, hizmetçiye bulgur pilavı pişirtmek, turşu ve ayran eşliğinde yer sofrasında yemektir.
Nermin’in şimdi de şair Erol ile ilişkisi vardır. Birlikte, daha çok sanatçıların ve entelektüellerin devam ettiği mekânlara ve evlere giderler. Nermin’in Şair Erol ile ilişkiye girme ve entelektüel toplantılarına katılma amacı, bu toplantılarda muhalif fikirler ileri sürenleri DP’nin önde gelenlerine ihbar ederek göze girmektir.
Hüseyin ile Nermin’in Moda’daki köşklerinde, yirmi yaşlarında Ayşe adlı bir hizmetçi çalışmaktadır. Annesiz ve babasız olan Ayşe, İstanbul’a bir Anadolu köyünden on yıl önce gelmiştir. İstanbul’daki tek yakınları, on beş günde bir izin günlerinde ziyarete gittiği Hatçe ve Rıza çiftidir. Hatçe ile Rıza da Ayşe gibi birer “gurbet kuşu”dur. Rıza emaye fabrikasında çalışmakta, Hatçe de evde dikiş dikerek, başkalarının çamaşırlarını yıkayarak evin geçimine katkıda bulunmaktadır. Zeytinburnu’da bir gecekonduları, okula giden iki erkek çocukları vardır. Hüseyin ile Nermin, Ayşe’yi Gafur ile evlendirmek isterlerse de Ayşe Gafur’u sevmediğinden onunla evlenmeye yanaşmaz.
Bu arada Memed, yıkım işinde gayretli çalışmalarıyla ustaların gözüne girmiş, gündeliğine zam yapılmıştır. Yakın arkadaş olduğu Kastamonulu’dan okuma yazma ve düzgün telaffuz öğrenmeye başlamıştır. Kastamonulu, Memed’i duvarcı ustası olan babası Murat Usta ile tanıştırır. Memed, Moda’da Hüseyin Korkmaz’ın evinin hemen karşısındaki köşk inşaatında Murat Usta ile birlikte çalışmaya başlar. Bir gün Hüseyin Korkmaz’ın köşkünün bahçesindeki musluktan içme suyu doldurmaya gelen Memed, Ayşe ile tanışır. Birbirlerini severler. Memed, yavaş yavaş duvar öğrenmeyi öğrenir, duvarcı ustası olur. Artık usta gündeliği almaktadır. Okuma yazmayı da iyice ilerletir.
Hüseyin Korkmaz’ın sebze-meyve ticarethanesinde, boş kasaları ve çuvalları el altından satan ve paralarını aralarında paylaşan Kâtip Hilmi ile Gafur anlaşmazlığa düşerler. Kâtip boş kasaların ve çuvalların satışından Gafur’a pay vermez olmuştur. Bunun üzerine Gafur kâtibi bıçakla yaralar ve hapse girer. Kâtip de hastaneye kaldırılır.
Hüseyin Korkmaz, Ayşe’nin önerisiyle Memed’i dükkânında görevlendirir. Memed ile Ayşe evlenirler ve Ayşe’nin köşkteki odasına yerleşirler. Memed, dükkânın kâtiplik de dâhil her işini görmektedir. Babasına, artık İstanbul’da düzenini kurduğunu, hep birlikte İstanbul’a gelmelerini yazar. Memed’in yazdığı mektup köye ulaştığında Yusuf ve çocukları çok sevinirler. Eşyalarını hazırlayıp bir gece sabaha karşı köyün hemen dışından geçen İstanbul trenine binerler.
İstanbul’a geldiklerinde Yusuf ve çocukları Ümmü, Hasan ve Ali, köşkte Gafur’dan boşalan odaya yerleşirler. Hüseyin, Yusuf’u çok sevmiştir. Memed ile gurur duyarak köyden İstanbul’a gelen Yusuf, onun kendisine karşı yukarıdan bakan bir tavır içinde olmasından rahatsız olur, araları açılır. Yusuf, Memed’in bu tavırlarından, gelini Ayşe’yi sorumlu tutar.
Hüseyin Korkmaz, vatan cephesine yazılmaları koşuluyla Yusuf ile Memed’e, kabzımal dükkânında birlikte çalışmalarını önerir. Yusuf bu öneriyi hemen kabul eder, Memed ile Ayşe ise buna yanaşmazlar. Memed işten ayrılır, Ayşe ile birlikte Zeytinburnu’da kiraladıkları bir odaya taşınırlar. Memed, inşaatlarda duvarcı ustalığı yapmakta, Ayşe de bir iplik fabrikasında çalışmaktadır. Memed, artık babasıyla ve kardeşleriyle olan bağını tamamen koparmıştır.
Yusuf kabzımal dükkânında çalışmaya başlamış, kızı Ümmü de köşkün hizmetçiliğini üstlenmiştir. On üç-on dört yaşlarındaki Ümmü, başörtüsünü atar, ev sahiplerinin aldığı şehirli biçimi giysileri giyer.
Gafur, cezasını tamamlayarak hapisten çıkar. Memed’e karşı, hem kabzımal dükkânında kendi yerine geçtiği, hem okuma yazma öğrendiği, hem de Ayşe ile evlendiği için kin ve haset duyguları içindedir.
Hüseyin, güvenilir bulduğu Yusuf’u Bilecik’teki inşaatının başına göndermeyi düşündüğünden Gafur’u çağırtarak, kâtiple barışması halinde tekrar kabzımal dükkânında çalışabileceğini söyler. Gafur bu öneriyi memnunlukla karşılarsa da kâtip, Gafur ile barışmayı ve onunla aynı yerde çalışmayı kesinlikle reddeder. Hüseyin, dükkâna ait bütün hesapları bilen ve alacak senetlerini elinde tutan kâtibi gözden çıkaramadığından Gafur’a, dükkânda çalışmadığı hâlde maaş ödemeye devam eder. Gafur, vatan cephesine katılmış, zamanını vatan cephesi mensuplarının devam ettiği mahalle kahvelerini dolaşarak geçirmeye başlamıştır.
Yusuf’un iki oğlu ile birlikte Bilecik’e gitmesinden sonra köşkteki eski odasına tekrar yerleşen Gafur, bu defa da hizmetçi odasında kalan ve kendisinden yirmi yaş küçük olan Ümmü’ye göz diker, onunla evlenmeyi düşünür. Fakat Ümmü, bakkalın çırağını sevmekte ve geceleri gizli gizli onunla buluşmaktadır. Oysa çırağın amacı Ümmü ile evlenmek değil, hoşça vakit geçirmektir. Gafur ile aralarında anlaşarak kızdan ortaklaşa yararlanmaya başlarlar.
Öte yandan Memed ile Ayşe kira evinden çıkıp Zeytinburnu’nun arka mahallelerinde satın aldıkları gecekondu arsasına taşınırlar. Bütün mahalle halkı gibi onlar da geceleri gecekondularını inşa ederler. Ayşe, hamile olduğundan ve gecekondu inşaatının başında durması gerektiğinden fabrikadaki işinden ayrılmıştır.
Gafur Memed’e olan kin duygusunu onun kız kardeşiyle ilişki kurarak kısmen tatmin etmişse de bununla yetinmez. Bir gün Memed ile Ayşe’nin mahallesine gelir, Ayşe’ye hakaret dolu sözler eder, Ayşe de Gafur’a hakaret eder. Gafur, evlerini başlarına yıktıracağı tehdidi ile uzaklaşır. Ayşe, akşam işten dönen Memed’e bu durumdan hiç söz etmez. O gece yıkım ekipleri gelir, bütün gecekondu inşaatlarını yıkarlar, inşaat malzemelerini un ufak ederler. Gafur olanları uzaktan izlemektedir. Memed moral olarak çöker, oysa Ayşe dirençlidir. Roman, Ayşe’nin Memed’e söylediği şu sözlerle biter: “Kalk lan kalk. Gene yaparık, yenisini yaparık.” (s. 367)

Romanda Değinilen Tutum, Davranış ve Değer Yargıları

İnanç ve Gelenekler

Genel olarak kapalı bir toplum yapısına sahip olan köy hayatında dinsel inançlar, yaşamın en belirleyici öğelerinden biridir. İnsanlar, dünya işlerini görürken en önemli referans olarak dinsel kuralları, kimi zaman da batıl inançları alırlar. Bu nedenle, köy imamının ve yaşlıların dine ve batıl inançlara dayalı yorum ve öğütleri, kişisel ya da toplumsal alanda alınacak kararların neredeyse tek belirleyicisi durumundadır. Bu söylenenlerin, şehir ile olan bağlantıların arttığı ve iletişim araçlarının yaygınlaştığı günümüz koşullarında eskisine göre nispeten geçerliliğini yitirmekte olduğu bir gerçektir.
Romanda zaman zaman Memed’in köyündeki Boyalısakal Hoca’nın öğütlerine göndermeler yapılır; Memed, Boyalısakal Hoca’nın öğütlerini hatırlar. Boyalısakal Hoca’ya göre dinen yasak bir eylemde bulunan kişi, “ruz-u mahşerde kızgın sacda namaz kılacak, sonra da kıllı topuzla, zebaniler, vur ha vur” edeceklerdir. (s. 11 vd.)
Memed’in kardeşi Hasan küçükken sıtmaya yakalanmış, köylülere göre onu ölümden “Kuru Karı” lâkaplı bir kadının nefesi kurtarmıştır.
Memed, İstanbul’da kendisine kalacak yer bulan Hamal Veli’ye, çakır gözlü olması nedeniyle güvenmez. Çünkü çakır göz köy yerinde iyi sayılmaz. Cinin, şeytanın böyle gözlerden çıktığına inanılır. (s. 84)
Çok uzun yıllardan beri gurbetçilik yapan Hacı Emmi, okuma yazma öğrenmeye çalışan Memed’e, “gâvur alfabesi” öğrenmenin, gazete-kitap okumanın günah olduğunu söyleyerek onu bu çabasından vazgeçirmeye çalışır.
Öte yandan lâiklik, kent kültürünün ve endüstriyel değerlerin bir öğesidir. Bu açıdan, kişinin kentlileştikçe dünya işlerinde din ve batıl inançları referans alma düzeyinin de gerilemesi beklenir. Romanda bu yönde örnekler bulmak mümkündür:
Memed, kendisine okuma yazma öğrenmenin günah olduğunu söyleyen Hacı Emmi’nin bu sözlerine inanır; ancak bir yandan da Tanrı’nın ne kadar acımasız olduğunu düşünür. Sonuçta da arkadaşı Kastamonulu’nun önerisi doğrultusunda hareket ederek okuma yazma öğrenmeye devam eder. Şehre ilk geldiği sıralarda sık sık Boyalısakal Hoca’nın öğütlerini hatırlayan ve kızgın sacda namaz kılanlara ilişkin rüyalar gören Memed, romanın ilerleyen aşamalarında artık eskisi kadar bu öğütleri hatırlamaz, rüyaları görmez olur.
Rıza-Hatçe çifti ile Memed-Ayşe çiftinin, birlikte yedikleri bir akşam yemeği sırasında, sofra başında konuşmanın günah olduğu gerekçesiyle hiç konuşmamaları gibi örnekler ise, dinsel inançlara körü körüne bağlılığın sürdürülmesinden çok, benimsenmiş alışkanlıkların devamı olarak değerlendirilebilir.
Bilindiği gibi geleneklere bağlılık da kırsal kültürün önemli bileşenlerinden biridir. Kişilerin evlenmeden önce aile büyüklerinin onayını alması, bu gelenekler arasında yer alır.
Romanda Memed’in Ayşe ile evlenirken babasının iznini almaması, babası Yusuf tarafından Memed’e karşı bir eleştiri vesilesi yapılır. Evlilikten önce aile büyüklerinin onayını almak, günümüzde bile gerek kırsal gerekse kentsel ailede yaşatılan bir gelenek olduğuna göre, Memed’in bu davranışı; kentlileşmenin bir belirtisi olarak değerlendirilemez; olsa olsa, Memed’in ileride söz konusu edilecek olan, ‘babasını küçümseme’ tutumunun bir belirtisi olabilir.

Eğitime ve Kendini Geliştirmeye Karşı Alınan Tavır

Memed, İstanbul’a geldikten sonra, arkadaşı Kastamonulu’nun teşvik ve yardımıyla okuma yazma öğrenir. Daha önce de belirtildiği gibi Hacı Emmi günah olduğu gerekçesiyle buna karşı çıkar.
Gafur, Memed’in bu çabasını “sanki ireizicumhur (cumhurbaşkanı) olacak” diyerek küçümser. (s. 211)
Hüseyin’in bir süre kabzımal dükkânında çalışan Memed’in yerine babası Yusuf’u görevlendirme gerekçelerinden biri, ne zaman dükkâna gitse Memed’i elinde bir kitap ve gazete ile görmesidir. Yusuf’a Memed ile ilgili olarak “Sen bir işçisin, nene gerek gazete, kitap!” der. (s. 274)

Toplumsal Denetim

Yüz yüze ilişkilerin egemen olduğu, toplumsal denetimin her an gücünü duyurduğu ve yapılan her şeyin göz önünde cereyan ettiği kırsal yaşam, bireyselleşmeyi önleyen yapısıyla şehir ortamında bile, köyde yetişmiş insanların bu denetimi ve bir arada olma hâlini güçlü biçimde hissetmelerine ve davranışlarını buna göre ayarlamalarına yol açmaktadır. Şehre çalışmaya gelen göçmen, hedeflerini belirlerken, başkalarıyla ilişkilerini düzenlerken vb. hep köydeki insanların veya şehirde ilişki içinde olduğu köylülerin bu konuda ne düşüneceklerini göz önünde tutmakta, bir birey olarak hareket etmek yerine, köy toplumunun bir üyesi olarak hareket etmeye devam etmektedir.
Bu tutuma romandan aşağıdaki örnekler verilebilir:
• Memed, şehirde para kazanmaya başladıktan sonra edineceği dolma kalemin ve özellikle de okuma yazma öğrendikten sonra kendi eliyle babasına yazacağı mektubun köyde yaratacağı etkiyi ve hayranlığı düşünür. Duvarcı ustası olmayı babasının yüzünü kara çıkarmamak için ister. Memed açısından köylüleri ve yakınları üzerinde elde edeceği etki ve hayranlık, şehirde gösterdiği çabaların en önemli motivasyon kaynaklarından biridir.
• Memed, arkadaşı Kastamonulu ile olan bir sohbeti sırasında, bir an için ileride tıp okuluna gitmeyi ve doktor olmayı aklından geçirir. Aynı anda aklından şu düşünce de geçer: “Doktor olup çıksa Gafur’u gör gayri.” (s. 178)
• Gafur, Memed’in okuma yazma öğrenmeye başladığını duyunca endişeye kapılır. Kendisi bilmediği hâlde Memed’in okuma yazma öğrendiği köyde duyulursa rezil olacağını düşünür. Kendisi Memed’den yıllarca önce şehre geldiği hâlde okuma yazmaya heves etmeyen, Memed’in okuma yazma öğrenmeye başlamasıyla da bu yönde bir istek duymayan Gafur’un tek kaygısı, köylüler karşısında düşeceği durumdur.
• Ayşe, Memed ile evlenip köşke yerleşmeyi, Hatçe Ablasının, eşiyle birlikte köşke ziyarete gelmesini hayal ederken, Hatçe’nin kendisini kıskanacağını düşünür; içinden “Kıskan! … Sen kıskanacan diye benim de tasam mıydı?” der. (s. 244)
Buna karşılık, romandaki göçmenlerin kente uyum düzeyi yükseldikçe başkalarının ne diyeceği anlayışından sıyrılma yoluna girdikleri gözlenir. Örneğin Kastamonulu açısından
başkalarının ne diyeceğinin bir önemi yoktur. Rıza-Hatçe çifti ve romanın sonlarına doğru Memed-Ayşe çifti, artık başkalarının ne diyeceğinden çok kendi aile düzenlerini ve geçimlerini sağlamakla meşguldürler.

Köylülerle Şehir ve Şehirliler Arasındaki Etkileşim

Köylülerin ve şehre göç edenlerin büyük şehre bakış açısı hayranlık ve özenme duygularıyla doludur. Oysa şehirlilere hep kuşku ve güvensizlikle bakılır.
Gerek göç edenler; gerekse gurbetçilerden İstanbul hikâyelerini dinleyen köylüler İstanbul’a, İstanbul’un vapurlarına, kadınlarına derin bir hayranlık ve imrenme duyarlar. İstanbul ile Çukurova arasında kıyaslamalar yapılır. İstanbul’u görenler (Gafur, Memed) Çukurova’yı küçümserler. Memed Çukurova’nın İstanbul’un yanında “vızırtı” olduğunu düşünür. (s. 82)
Memed’in kız kardeşi Ümmü, İstanbul’a ilk geldiğinde buranın “cennet-i âlâ” olduğunu zanneder. (s. 260)
Memed ilk geldiğinde şehri sadece bir süre çalışıp para kazanacağı bir yer olarak görür. Burada yerleşmeyi aklından geçirmez. Oysa daha sonra, Ayşe ile evleneceği ve bir gecekondu edinmeye çalışacağı bu şehre, bir daha köyüne dönmemek üzere yerleşecektir.
Gafur’un büyük şehre bakışı da şöyledir: “İstanbul bura. Burda herkes herkesin gözünü oyar. Kardaş kardaşıynan düşman olur. Bura İstanbul...” (s. 32)
Memed’in özellikle şehre ilk geldiği sıralar hiç kimseye güvenmemesi, kendisine iyilik yapmak isteyenlere kuşkuyla bakması, “şehir adamı”na ya da şehre önceden geldikleri için “şehir adamı” olmuş köylülere güven olmayacağı yönündeki değer yargısından kaynaklanır. Bir hemşehri bile olsa ‘şehir adamı’na güven duyulmamalıdır. Şehre ilk geldiğinde yanına gittiği köylüsü Gafur’un, ona hiçbir şekilde yardımcı olmaya yanaşmaması da Memed’in şehirliler hakkındaki değer yargısını pekiştirir.
Memed, Veli’nin kendisine kalacak yer göstermesi, Kastamonulu’nun okuma yazma öğretmesi gibi yardımları neden yaptıklarını anlamakta güçlük çeker. Veli’nin borç para isteğini geri çevirir, parasını ona kaptırmaktan korkar. Ayşe ile tanıştıktan sonra, “koskoca bir köşkün hizmetçisi” olan Ayşe’nin kendisini beğenmiş olabileceğine hiç ihtimal vermez. (s. 196)
Yusuf, Memed’in daveti üzerine öteki çocuklarıyla birlikte İstanbul’a geldiğinde, oğlunun kendisine karşı yukarıdan bakan bir tavır takınmasını, gelini Ayşe’ye olduğu kadar, oğlunun artık bir “şehir adamı”na dönüşmüş olmasına bağlar.
Memed, sonradan Kastamonulu’nun kendisine yaptığı iyilikleri bir çıkar beklemeden yaptığını, Ayşe’nin kendisini gerçekten sevdiğini anlar. Ailece dost oldukları Rıza ve Hatçe çiftiyle de herhangi bir güven sorunu yaşamaz. Bunlar, onun şehirde kalma süresi arttıkça ve insanları daha iyi tanıdıkça şehirlilere olan bakış açısında meydana gelen değişimin işaretleri olarak görülebilir.
Şehir adamına güven olmayacağı yolundaki değer yargısı, Memed’e babası Yusuf’tan, Yusuf’a da onun amcasından geçmiştir. Bir zamanlar İstanbul’a giden amcasının Yusuf’a, Yusuf’un da oğluna şehirlilerle ilgili verdiği öğütlerden bazıları şöyledir:
“Şehir adamı cin, bir cin.” (s. 256)
“Sen sen ol oğlum, şeherlinin dolabına girme.” (s. 275)
“Emmim derdi ki, siz siz olun gurbete düşerken gurbetteki hemşerinize memşerinize güvenmeyin derdi.” (s. 223)
Ayşe ve Hatçe, Anadolulu da olsa, “gâvurca patırdatan”, masada çatal bıçakla yemek yiyen, kravat takan erkeklerin tümünün ‘domuz eti yemeleri nedeniyle’ eşlerini kıskanmadıklarını, ‘boynuzlu’ olduklarını düşünürler. Eşinin ‘açık saçık’ giyinmesinde, akşamları tek başına sokağa çıkmasında sakınca görmeyen Hüseyin’i de bu grupta görürler.
Hüseyin de dükkânında uzun yıllardır çalışan Kâtip Hilmi’nin şehir çocuğu olması nedeniyle “yaramaz” olduğunu düşünmekte, dükkânıyla ilgili bütün hesapları ve alacak senetlerini elinde tutan Hilmi ile mecbur olduğu için çalışmaya devam etmektedir.
Hem şehirliler hem de şehre önceden gelmiş olanlar, yeni gelen göçmenlere küçümseme ile bakarlar. Onların şehri işgal ettiklerini, kirlettiklerini, yol yordam bilmediklerini düşünürler. Onları, eğitilmesi gereken az gelişmiş insanlar olarak görürler. İçlerinde, Anadolu’dan İstanbul’a göçün yasaklanmasını savunanlar bile vardır.
Romanda bu konuda çok sayıda örnek bulunmaktadır:
• Ayşe, karşı inşaatta çalışmakta olan ve köşkün bahçesindeki çeşmeden içme suyu almaya gelen işçilere izin almadan bahçeye girdikleri için kızar. “Her şeyin bir yolu yordamı var. Ne biçim insanlarsınız siz? Bin kere söyledik…” Ayşe’nin bu tutumu, bir yandan yeni gelen göçmenlere karşı bir küçümsemeye, bir yandan da kent yaşamının kurallara dayalı yapısını benimsediğine işaret eder. Ayşe’ye göre kendisi bu kuralları nasıl benimsediyse yeni gelen göçmenler de aynı şekilde benimsemek zorundadır.
• Memed duvarcı ustası olmayı ve kendi eliyle babasına mektup yazmayı, yani şehirde tutunmayı başarınca, babasını beğenmez olur. Babası Yusuf, geçmişte Çukurova’ya defalarca gitmiş, orada duvarcı ustalığını öğrenmiş, köyüne ilk gaz ocağını getirmiştir ama Memed’e göre İstanbul ile Çukurova bir değildir. Önemli olan bu başarıları İstanbul’da elde etmektir. Ayrıca babası askerde iken okuma yazma kurslarına devam etmişse de tam olarak öğrenemeden terhis olmuştur. Memed’in, babasına yukarıdan bakan tavrı, Yusuf İstanbul’a gelince aralarının bozulmasına yol açacak ve baba ile oğulun birbirlerinden kopmalarına neden olacaktır.
• “Şehirliler”, farklı nedenlerle de olsa kendilerini göçmenleri eğitmekle görevli sayarlar. Kastamonulu’nun Memed’e okuma yazma ve doğru telaffuz öğretmesi; Nermin’in, kocası Hüseyin’e toplum içinde nasıl davranılacağı, nasıl giyinileceği, şehirli ağzıyla nasıl konuşulacağı hakkında sürekli olarak yol göstermesi; hatta Hatçe ile Rıza’nın doğru telaffuz konusunda ilköğretim çağındaki çocukları tarafından sık sık uyarılması bunun örneklerindendir.
Göçmenler, şehre ilk geldiklerinde şehirlilerin kendilerine yönelik aşağılayıcı sözlerini duymazlar, duysalar da anlamazlar. Ancak, şehirde kalma süreleri uzadıkça ve eğitim düzeyleri arttıkça şehirlilerin bu tutumuna tepki göstermeye başlarlar. Örneğin Kastamonulu, her defasında “şehirlilerin” göçmenleri küçümseyici sözlerine gereken cevapları verir.
Hüseyin, bir süre sonra, karısı Nermin’in kendisini eğitme çabalarına aldırış etmez olur. Zaten Nermin de kocasının “adam olacağı”ndan umudunu kesmiştir.
Memed, Ayşe ile birlikte babası ve kardeşlerini karşılamak için Haydarpaşa’ya gittiğinde bir şehirlinin trenden inen köylülerle alay eden sözlerine sertçe karşılık verir.

Evlilik, Aile ve Kadına Bakış

Romanda göçmen aileleri temsil eden Hatçe-Rıza ve Ayşe-Memed çiftlerinin evlilikleri dayanışmaya, birlikte bir yuva kurma ve çocuk sahibi olup onları yetiştirme amacına dayalı evliliklerdir. Ayşe baştan beri Hatçe-Rıza evliliğine özenmekte, kendisi de böyle bir evlilik yaparak çoluk çocuğa karışmayı hedeflemektedir.
‘Kentli’ bir aile olan Hüseyin-Nermin evliliği ise çıkara dayalı bir beraberliktir. Nermin, evli bir kadın olarak toplumda statü kazanmayı, eşini eğitip önce müteahhit, sonra milletvekili yapmayı, bu yolla elde edilecek para ve mevkiden pay almayı düşünerek Hüseyin ile evlenmiştir. Çocuk sahibi olmak gibi bir planları yoktur. Gerektiğinde toplantılarda birlikte görünürlerse de gerçekte birbirlerinden kopuk bir hayatları vardır. Hüseyin, kendisi gibi köy kökenlilerle birlikteyken kendini mutlu hissetmekte, Nermin ise politik ve entelektüel çevrelere katılarak çıkar peşinde koşmaktadır.
Göçmen ailesinde, kadın işten gelen kocasının ayaklarını yıkar, ev işlerini görür, aynı zamanda ev dışında ya da ev içinde çalışarak aile bütçesine katkıda bulunur. Bir bakıma “yuvayı yapan dişi kuş” rolündedir. Hüseyin-Nermin ailesinde ise kadının eviyle ilgisi yok denecek kadar azdır, vaktinin çoğunu dışarıda geçirir.
Hatçe’nin de etkisiyle, evlendiğinde Memed’in ailesiyle birlikte oturmak istemeyen Ayşe, bu yüzden evlilik öncesi Memed ile anlaşmazlığa düşerse de birlikte oturmayı kabullenmek zorunda kalır. Ancak evlendikten bir süre sonra Memed de aynı görüşü paylaşacak ve ayrı bir eve taşınacaklardır.
Ayşe, Rıza’nın en çok karısı Hatçe’nin sözünden çıkmaması huyunu beğenmektedir. Ayşe’nin bu tutumu, erkek egemen aile yapısından bir sapmaya işaret etmekte, dolayısıyla evlilik anlayışı açısından kırsal değerlerden çok kentsel değerleri benimsediğini göstermektedir denilebilir.
Memed, şehre ilk geldiğinde, ileride usta olup gündeliği arttığında babası ile kardeşlerini İstanbul’a getirmeyi ve hep beraber çalışıp para kazanmayı planlarken, kız kardeşini çalıştırmayı düşünmez. Oysa daha sonra, köşkte çalışan Ayşe ile evlenecek, köşkten ayrıldıktan sonra da eşinin bir fabrikada çalışmasında bir sakınca görmeyecektir.

Yoksulluk Kültürü

Gurbet Kuşları’nda yoksulluk kültürü birçok görünümüyle belirir. Memed şehre ilk geldiğinde tek hayali bir iş bulabilmektir. Günde iki buçuk lira gündeliğe razıdır. İşe başladığında on iki buçuk lira gündelik alacağını duyunca sevinçten deliye döner ve iş bulmasına aracılık eden Hacı Emmi’ye gündeliğinin iki buçuk lirasını tereddüt etmeden verir.
Göçmenlerin hiçbir lüksleri yoktur. Bekârların boş zamanlarındaki tek eğlenceleri, kendi aralarında kumar oynamak, bağlama çalmak ve bol miktarda sigara içmektir. Akşamları içkili eğlence yerlerine ve kadınlara giden Kastamonulu, bekâr göçmenler arasında bir istisnadır.
Evlilerin tek kaygısı ise, para biriktirip başlarını sokacakları bir gecekondu sahibi olmak ve çocuklarını okutabilmektir.
Son derece mütevazı olan sofraların başyemeği bulgur pilavıdır. Muz, elma vb. meyveler kısıtlı bütçelerin olanaklarını aşar. Ayşe, Hüseyin-Nermin çiftinin köşkünde çalışırken Hatçe-Rıza çiftinin Zeytinburnu’daki gecekondularına her ziyarete gittiğinde köşkün buzdolabından çaldığı sucuk, peynir, muz, elma gibi yiyecekleri de yanında götürür. O yüzden Ayşe’nin ziyaretleri, Hatçe-Rıza çiftinin evinde, özellikle çiftin çocukları için bir bayram havası yaratır.

Romandaki Göçmenlerin Kentlileşme Düzeyleri

Yukarıdaki açıklamalardan romandaki göçmenlerin, kentlileşme düzeyleri açısından eşit bir konumda olmadıkları yolunda bir çıkarsama yapılabilir. Hatta göçmenler kentlileşme düzeylerine göre kendi içlerinde bir sıralamaya da tâbi tutulabilir. Ancak bunun yerine romandaki göçmenleri kentlileşme yolundakiler ve kentlileşemeyenler şeklinde kabaca iki gruba ayırmak mümkündür.

Kentlileşme Yolundakiler

Memed, Ayşe, Hatçe, Rıza, Kastamonulu, bu grupta yer verilebilecek göçmenlerdir. Şehirde kendilerine göre yerleşik bir düzen kurmuşlardır. Başlangıçta biraz para kazandıktan sonra köye dönmeyi düşünseler bile bir süre sonra artık bunu düşünmez olurlar.
Aileleriyle olan bağları ya tamamen kopuk ya da, Kastamonulu örneğinde olduğu gibi en az düzeydedir. Siyasetten uzak dururlar. Kendilerini kimseye bağımlı hissetmemeleri, birey olma, dolayısıyla kentlileşme yönünde kaydettikleri bir aşama olarak görülebilir.
Okumaya, öğrenmeye, gelişmeye açık insanlardır. Kastamonulu ve Memed okuma yazma bilmekte, Hatçe-Rıza çiftinin çocukları okula devam etmekte, Ayşe doğacak çocuklarını okutma hayalleri kurmaktadır. Çalışarak kazanmanın değerine inanırlar.
Romanın başkarakteri Memed, şehre gelişinin üzerinden bir yıl bile geçmeden okuma yazmayı ve duvarcı ustalığını öğrenmekle kalmaz, evlenip bir yuva kurar. Artık şehirliler gibi giyinmekte, eskiye göre daha düzgün bir telaffuz ile konuşmaktadır: “Nerelisin?” diye sorulduğunda eskisi gibi “Suvaz’ın köylüğünden” değil, “Sivas’ın köylüğünden” şeklinde cevap verir. (s. 350) Babasından ve kardeşlerinden kopmuş, kendi gecekondusunu yapmak için arsa almış ve inşaata başlamıştır. Her ne kadar romanın sonunda gecekondu inşaatı Belediye ekiplerince yıkılsa da, eşiyle birlikte bu inşaatı bitirmeye kararlıdırlar.
Bekâr olan Kastamonulu evlenmek için acele etmemektedir. Para harcamayı sever. Akşamları iş çıkışında içkili eğlence yerlerine gider.
Şehre gelir gelmez başörtüsünü atan, köşkün hizmetçiliğini üstlenen, bakkalın çırağıyla ilişki kuran Ümmü de bir bakıma kentlileşme yolunda sayılabilir.

Kentlileşemeyenler

Bu grupta yer alan göçmenler Gafur, Hüseyin, Yusuf ve Hacı Emmi’dir. Ortak yanları güvenilmezlik, çıkarcılık, kaypaklık, yaltaklanma gibi özellikleriyle ‘lümpen’ ya da romanda geçen sıfatla ‘tırnaksız’ olmalarıdır. Okuma yazma öğrenme, kendilerini geliştirme, çalışarak kazanma gibi bir kaygıları yoktur. Konuşmalarıyla, davranışlarıyla, köye duydukları özlemle, kendilerini hiçbir zaman kente ait hissetmezler. Başka deyişle kentli bir kimlik geliştirememişlerdir.
Bunlardan Gafur, çıkarı için adam yaralayacak kadar şiddet eğilimli olmasıyla; Hacı Emmi bağnaz tutumuyla; Hüseyin parasal anlamda şaibeli yükselişiyle; Yusuf gözü açık, girişimci ve yenilikçi olmakla birlikte tutuculuktan kurtulamamasıyla ve gerektiğinde kendi çıkarı için oğlunu bile feda edebilmesiyle dikkat çekerler.
Kentli bir kadınla evlenen ve dönemin siyasal ortamından yararlanıp zengin olan Hüseyin, particiliği olsun, karısının zoruyla giydiği takım elbise ve kravatları olsun hiçbir zaman benimseyemez. En büyük zevki, hizmetçiye bulgur pilavı pişirtmek ve yer sofrasında yemektir. O zaman kendini köyde, annesinin evinde hisseder. Yusuf ile konuşurken “Bulgur pilavıynan cacık, ayran bana İngiliz kuponundan elbiselerimi unutturuyor, kolalı yakamı, kravatımı unutturuyor...” der. (s. 277) Bir gün Yusuf’la birlikte Kadıköy’den Karaköy’e geçerken birinci mevkiden bilet aldıkları hâlde vapurun ikinci mevkiinde oturmayı tercih etmesi de, onun kentliler ve varlıklılar arasında rahat edemediğinin bir göstergesidir.
Romandaki göçmenlerden, köydeki ailesiyle bağlarını sürdüren ve iş dışındaki zamanlarını bekâr göçmenlerle geçiren Hamal Veli ile boş zamanlarını genellikle hemşehrilerinin devam ettiği kahvede geçiren Kastamonulu’nun babası Murat Usta da kentlileşemeyenler kategorisinde değerlendirilebilecek olmakla birlikte yardımsever ve kendi hâlinde kişilikleriyle diğerlerinden ayrılırlar. Kaldı ki romanın yan karakterlerinden olan Veli ve Murat hakkında anlatılanlar, haklarında kesin bir yargıya varmak için yeterli değildir.

Romandaki Kentliler

Nermin, parayı ve mevkiyi en yüce değerler olarak benimsemekte; politikayı, sosyal ilişkilerini, kadınlığını ve evlilik kurumunu bu değerler uğruna kullanmakta; göçmenlere ve yoksul halka yukarıdan bakmaktadır. Nermin ve arkadaşları Batı’ya, özellikle Amerika’ya derin bir hayranlık duyarlar. İthal tüketim mallarına düşkündürler.
Romanda, Nermin’in siyasal çıkarları için ilişki içinde olduğu sanatçı ve aydınlar, zaman zaman eğitimlilikle bağdaşmayan tavır ve davranışlar içinde gösterilir. Fikir tartışmalarında birbirlerine hoşgörü duymazlar, “kadın meselesi” yüzünden yumruklaşmaya varan kavgalar ederler. Örneğin Şair Erol, Nermin ile birlikte sık sık gittikleri lokantada bir akşam, diğer erkek müşterilerle, onların Nermin hakkında ettikleri ileri geri sözler nedeniyle küfürleşir, kavga çıkarır. Başka bir akşam da Nermin’in avukat arkadaşıyla yumruklaşır.
Romandaki diğer bir kentli olan Kâtip Hilmi kimseyle sosyal bir ilişki kurmaz. Onun açısından da para en önemli değerdir. Parayı elde etmek için gayri meşru yollara başvurmaktan çekinmez.

Sonuç

Gurbet Kuşları, doğdukları köylerden ayrılıp büyük şehre göç edenlerin romanıdır. “Gurbet Kuşları” başlığı, romanın, her biri birbirinden farklı birden çok göç hikâyesi anlatacağını düşündürmektedir. Yazar, romana böyle bir ad seçerken, göçmenlere olan bakışı hakkında, daha başlangıçta bir ipucu vermektedir: Bu adla, yuvasından ayrılmış göçmen kuşlara gönderme yapılmakta, büyük şehre göç eden köylülerin, zorunlu ve kaçınılmaz nedenlerle köylerinden ayrıldıkları, köylerinden çıkarken amaçlarının yeniden köylerine/yurtlarına/yuvalarına geri dönmek olduğu vurgulanmak istenmektedir. İstemeden yuvalarından ayrılan “göçmen kuşlar”, bilmedikleri, kendilerine tümüyle yabancı yerleri tanıma, oralarda tutunabilme, hayatta kalabilme, oralara uyum gösterebilme mücadelesi vermektedirler. Kimileri bu mücadelede başarılı olmakta ve hayatta kalmakta, kimileri kırık kanatlarla yola devam etmeye çalışmakta, kimileri de bu mücadelede yenik düşmektedir.
Başlangıçta şehirde biraz para kazanıp yeniden köylerine/yurtlarına/yuvalarına dönmekten başka bir şey düşünmeyen göçmenlerden neredeyse hiçbiri köylerine geri dönememektedir. Dönenler de kısa sürelerle köylerinde kalıp yeniden büyük şehre gitmektedirler. Bir kez büyük şehre giden, orada biraz para kazanan, büyük şehrin büyüsüne bir kez kapılan bir göçmenin bir daha köyüne dönmesi mümkün olamamaktadır.
Romandaki göç serüvenleri boyunca, göçmenlerin dünya görüşlerinde, tutum ve davranışlarında değişimler yaşanmakta; dinsel inançlar, şehir ve şehirlilere bakış, aile ve evlilik, okumanın ve öğrenmenin önemi gibi konulardaki değer yargıları ve bunlardaki farklılaşmalar, şehre uyum ve kentlileşme seviyesinin göstergeleri olarak ortaya çıkmaktadır.
Bütün bu açıklamalar ışığında, romanın ana ‘tema’sının köksüz kentlilik ve buna bağlı olarak tamamlanamayan kentlileşme olduğu sonucuna varılabilir. Bu iki kavramdan ne anlaşıldığı aşağıda açıklanmaya çalışılmıştır:

Köksüz Kentlilik

Roman karakterlerinden Kastamonulu’nun dediği gibi yalnızca beş yüz yıldan beri İstanbul’da olan Türk toplumu, romandaki olayların cereyan ettiği yıllarda henüz endüstrileşmenin başlarındaki bir tarım toplumudur. Kentliliğin endüstrileşmeye paralel olarak gelişen bir kültür olduğu göz önüne alınırsa, Türk toplumunu özellikle o yıllarda kentli bir toplum olarak nitelemek mümkün değildir. Bu nedenle olsa gerek, romandaki az sayıda “kentli”, köksüzlüklerini Batılıları taklit etmekle örtmeye çalışmakta, yozlaşmış bir yaşam biçimi sergilemektedir. Aydın kesim de romanda, tartışma adabından yoksun, kadın konusu yüzünden birbirleriyle küfürleşebilen ve yumruklaşabilen, feodal değerlerden sıyrılamamış üyeleri ile temsil edilmektedir.

Tamamlanamayan Kentlileşme

Yazar, romanda kente göç hakkında kendi değerlendirmelerini aktarırken; göçmenlerin dilleri, kılık kıyafetleriyle şehre tam bir uyum sağlayamasalar da İstanbul’daki iş fırsatlarından yararlanmayı, para kazanmayı başardıklarını belirtir ve aşağıdaki ifadelere yer verir:
“Gurbet kuşları, İstanbul’un suyunu içe içe, havasını koklaya, ekmeğini yiye gelişiyor, gözleriyle bakmayı, saç taramayı, okuma yazmayı öğreniyor, İstanbullulara benzemeye çalışıyorlardı. Benziyorlar mıydı? İstanbul’a ilk gelen ‘gurbet kuşları’ benzemeseler bile bir göbek sonrakiler hele okula da gidiyorlarsa analarına babalarına değil İstanbullulara benziyorlardı.” (s. 246)
Yukarıda kentlileşme yolundakiler kategorisi altında yer verilen göçmenlerin gelişim çizgilerine yeniden göz atılırsa; kentlilere güvenilemeyeceği ön yargısıyla köyden kente gelen göçmenlerin, parayı en yüce değer olarak gören, göçmenleri ve yoksul halkı küçümseyen, yozlaşmış bir hayat tarzı içindeki kentliler yerine, daha önceden şehre gelmiş olup kendi ayakları üstünde durmayı başarmış göçmenleri model olarak aldıkları görülebilir.
Önlerinde “köklü” bir kent kültürü örneği olsa belki onu model alacak olan göçmenlerin, böyle bir örnek göremedikleri için, önceki göçmenleri model almaları, onların kentlileşme yolculuklarının eksik kalmasına yol açmaktadır. Şehrin çalışma yaşamına girerler, şehirli biçimi giyinirler ama yer sofrasında yemek yemeye devam ederler, sofra başında konuşmama gibi âdetleri sürdürürler; kelimeleri doğru telaffuz ederler ama her hâllerinden şehirli olmadıkları anlaşılır. Bu, bir anlamda yarım kalmış bir kentlileşmedir. Yarım kalmışlık, ortaokuldan terk Kastamonulu’nun, Memed’in gazetede okuduğu “tahdit” sözcüğünün ne anlama geldiğini bilememesiyle de simgelenir. (s. 175) Kastamonulu’nun ve kentlileşme yolundaki göçmenlerin okumuşluğu, kentlileşmesi o kadardır, onlarınki “tahditli” bir okumuşluk ve kentlileşmedir.