O günkü programımda Sinop vardı. Sabah 7’de Samsun Cumhuriyet Meydanı’ndan Sinop’a hareket edecek otobüse yetişmek için erkenden kalktım. Kaldığım otel meydana çok yakın olduğu için saat 6.30’da uyanmam yeterliydi. O saatte otelde kahvaltı henüz başlamadığından, otobüsü beklerken meydandaki bir lokantada çorba içmeye bile zaman bulabildim.
“Meydan” ya da “çarşı”, Anadolu’daki büyükçe şehirlerde bile o yerin merkezi anlamına gelir. Karadeniz’den örnek vermek gerekirse, bölgenin en büyük iki kenti olan Samsun ve Trabzon’da “meydan” demek oraların en hareketli yerleri demektir. Bir bakıma o şehirlerin simgesi sayılabilecek anıt ve yapılar da meydanda yer alırlar. Örneğin Atatürk’ü şaha kalkmış bir at üzerinde tasvir eden ünlü heykel Samsun’un meydanındadır. Trabzon’un meydanında durup şöyle bir çevrenize baktığınızda, başta Belediye Binası olmak üzere gördüğünüz eski yapılar, tarihsel kimliği olan bir şehirde bulunduğunuzu hissettirir size.
Samsun-Sinop yolculuğunu son olarak iki yıl önce yapmıştım. O zaman yollarda yoğun bir inşaat faaliyeti vardı. Aradan iki yıl geçtiğine göre herhalde yollar tamamlanmıştır ümidini taşıyarak otobüse binmeme karşın, Bafra’yı geçtikten sonra yine inşa halindeki, çoğunlukla servis şeritlerinden geçit veren, bozuk zeminli yollarla karşılaşınca düş kırıklığına uğradığımı söylemeliyim. Buna karşılık ilk kez geçtiğim Sinop-Boyabat yolu son derece düzgün. Dağları delen tünelleriyle, beton asfaltla kaplanan zeminiyle, çok çekici doğal manzarasıyla Karadeniz kıyısından Anadolu’nun içlerine inen bu yol, gerçekten görülmeye değer. Bu yol sayesinde Sinop-Boyabat arasını 1 saatte alabiliyorsunuz.
İşte ben Boyabatlı Deniz’i bu yollarda tanıdım. O sabah saat 9.30 sularında Sinop’tan Boyabat’a yolcu taşıyan minibüse bindiğimde, minibüsün arka sağ yanındaki tekli koltuklardan birine oturmuş yolu izlerken ve güzel manzaralara bakarken birden Deniz’i fark ettim. Otuz yaşlarında, sarışın, güzel bir kadındı. Benim hemen sol tarafımda oturuyordu. Mavi bir pardösü giymişti ve çok şıktı. Sürekli telefonla konuşuyordu. Alçak sesle konuştuğundan ve minibüsün motor gürültüsünden dolayı ne konuştuğunu duyamıyordum. Son derece rahat ve kendine güvenli bir tavır içindeydi. Önce şöyle düşündüm: Sinop’ta oturan ve işi nedeniyle Boyabat’a giden bir kadın olmalı. Ne iş yapıyor olabilir? Avukat olabilir örneğin. Belki de her gün gidiyordur Boyabat’a. Boyabat adliyesinde hâkim olması ihtimali hiç de uzak değil. Belki de öğretmendir. Bilemiyorum.
Neyse, Boyabat’a geldiğimizde minibüsten indik. Herkes kendi yoluna gitti. Ben Boyabat’taki işimi bir an önce bitirip Sinop’a dönmek derdindeydim. Çünkü Sinop’ta ve Sinop’un başka bir ilçesi olan Türkeli’de de işim vardı. Bütün bu işleri o gün bitirmem ve akşama Samsun’a dönmem gerekiyordu. Öyle planlamıştım günümü.
Artık benim için bir şehirde ya da kasabada herhangi bir adresi bulmak çocuk oyuncağı. Gideceğim yerin nerede olabileceğini az çok kestirebiliyorum. Önceden, adres sormayı zül addederken o huyumdan vazgeçmem çok işime yarıyor doğrusu. Tereddüt yaşadığım durumlarda hemen soruyorum: Polis mi olur, zabıta mı olur, taksi durağı mı olur, büfe mi olur, fark etmiyor. Onlar da sağ olsunlar ellerinden geldiğince yardımcı oluyorlar. Şimdilerde moda olan “çapraz sorgu” yöntemine de sıkça başvuruyorum. Birden fazla kişiye soruyorum yani. Boyabat’ta da öyle yaptım. Bu sayede aradığım adresi çok kısa sürede bulup işimi hallettikten sonra hemen otogara döndüm ve Sinop’a gidecek ilk minibüsten bir yer ayarladım kendime. Yine o tekli koltuklardan birine oturup minibüsün hareket etmesini beklemeye başladım. Biraz sonra, bizi Boyabat’tan Sinop’a götürecek kaptanımız geldi ve şoför mahalline oturdu. Bu Deniz’di. Mavi pardösülü, sarışın, otuz yaşlarındaki güzel kadın. Boyabat Birlik’in görevlisi ona gereken bilgiyi verdi: “Deniz abla, arabada 10 yolcu var, yol üzerindeki köyden 2 kişi binecek.” “Peki” dedi Deniz. Kontağı açtı, arabayı çalıştırdı ve hareket etti. Boyabat’ı Sinop’a bağlayan, dağları delen tünelleriyle, beton asfaltlı zeminiyle, son derece güzel doğal manzarasıyla o enfes yolda; güven veren profesyonel tavırları, arabayı ustaca kullanışı ve yolcularla olan iyi iletişimi, benim Deniz’e olan hayranlığımı iyiden iyiye artırırken bir yandan da düşünüyordum: Bunca yıldır yolculuk yaparım. Türkiye’de gitmediğim yer kalmadığı gibi Avrupa’da da birçok yer gördüm. Böyle bir durumu şu ana kadar bir tek kez yaşadım. O da 1997 yılında İngiltere’nin Bath şehrinden Londra’ya beni götüren otobüsün bir kadın tarafından sürülüyor olmasıydı. Türkiye’de ise böyle bir durumla ilk kez karşılaşıyordum. Giyimiyle, haliyle, tavrıyla benim bir avukata, hâkime, bir öğretmene benzettiğim Deniz, bir minibüsün şoför koltuğuna oturmuş, Boyabat-Sinop arasında yolcu taşıyordu.
Sinop’a giderseniz iş için gitmeyin. Bu şehre vakit ayırın. İnce Burun’a gitmek için, Sinop Kalesi’ni gezmek için, Sinop Hapishanesi’ni görmek için, deniz kıyısındaki şirin otellerde, pansiyonlarda kalmak için, gün batımını izlemek için. Limanda bir kadeh bir şey içerken “Aldırma gönül aldırma” şarkısını söylemek için…
Türkeli’yi ve oraya giderken içinden geçtiğim Ayancık’ı da görünce, batısından doğusuna Karadeniz kıyısında ziyaret etmediğim, Çatalzeytin dışında hiçbir yer kalmadı. Umarım bir gün Çatalzeytin’e gitmek de kısmet olur. Ayancık’a girerken belediyenin bir ilan tabelası karşılıyor sizi: “Kuzeyin parlayan yıldızı Ayancık’a hoş geldiniz.” Gerçi ben parlayan yıldıza benzer bir şey görmedim ya, neyse.
Aynı şekilde Samsun-Çorum-Amasya üçgeninin ortasında yer alan ve bu konumuyla olsun, havaalanıyla olsun ulaşım açısından stratejik bir önem taşıyan Merzifon’un belediyesi de Merzifon’a “Bölgenin parlayan yıldızı. Önce Merzifon, öncü Merzifon” yakıştırmasını yapmış. Bağlı olduğu Amasya’ya yarım saat mesafedeki, orayla karşılaştırınca turistik zenginlik açısından epey geride kalan, yine de gözü kara bir girişimcinin devasa bir otel yapmakta olduğu Merzifon’a böyle bir yakıştırma yaparken Belediye Başkanı’nın bir bildiği vardır herhalde.
Merzifon otogarında Amasya’ya gidecek minibüsü beklerken birkaç şoförün kendi aralarındaki sohbetine önce kulak misafiri, sonra katılımcı oldum. Baktım bunlar, “ayak bilekleri ince, boynu kuğu gibi uzun olacak” yollu sözler ediyorlar. Yanaşıp “hayırdır, ne konuşuyorsunuz, sizi hanımlarınıza şikâyet edeyim mi şimdi?” diye sorunca aralarından biri “Boş ver ağabey, bizimki sadece bir hayal.” diye yanıt verdi. Amasya-Merzifon kıyaslamasını onlarla yaptık. Merzifon’a yapılmakta olan o devasa otelin nasıl müşteri bulacağını tartıştık aramızda. “Olsa olsa şu olabilir” dedik. “Turist kafileleri burada konaklar, günübirlik turlarla Hattuşaş’a, Amasya’ya falan giderler. “
Bir gün de yolum Çorum’un Mecitözü ilçesine düştü. O çevrede Mecitözü benzeri, köyden bozma, nüfusu 1500 ilâ 4000 arasında çok sayıda ilçeye rastlıyorsunuz. Amasya’nın Göynücek’i, Çorum’un Laçin’i gibi mesela. Mecitözü’ndeki işimi bitirip Çorum’a dönmek üzere minibüs durağına gittiğimde ilk minibüsün 45 dakika sonra kalkacağını öğrenince şansımı denemek için, Amasya-Çorum yoluna çıkıp ne gelirse binmeye karar verdim. Orada, benim gibi Çorum’a gitmek üzere yoldan bir araba çevirmek niyetiyle bekleyen Ahmet Hoca ile tanıştık. 40-45 yaşlarında bir adamdı Ahmet Hoca. Cüppesi falan yoktu, Pantolon, ceket ve gömlekten oluşan düzgün bir kıyafeti vardı. Gözündeki rahatsızlık nedeniyle Çorum Devlet Hastanesi’ndeki kontrol randevusuna gidiyordu. Aslen Kastamonulu olup yıllardır Mecitözü Müftülüğü’ne mensup bir imam olarak çalışmakta olan Ahmet Hoca’nın, rahatı yerinde olduğundan memleketi Kastamonu’ya dönmek gibi bir niyeti yoktu, ta ki yıldızının bir türlü barışmadığı yeni müftü gelinceye kadar. Ahmet Hoca ile sohbeti iyice koyulaştırmışken bir araba durdu ve bizi aldı. Ben ön tarafa, Ahmet Hoca arkaya oturduk. Bizi arabasına alan 35 yaşlarındaki adam, tatil için geldiği memleketi Amasya’dan, Jandarma astsubayı olarak görev yaptığı Kırşehir’e dönüyordu. Okul zamanı olduğundan eşini ve çocuklarını Kırşehir’de bırakmış, ailesini ziyaret etmek amacıyla kısa süreliğine Amasya’ya gelmişti. Bizi Çorum çevre yolunda bıraktı. Komutana teşekkür edip bizi bıraktığı yerden şehir merkezine giderken Ahmet Hoca, anlatmaya devam ediyordu. Daha önce de yine böyle Mecitözü’nden Çorum’a gelirken bir özel arabaya binmiş, rastlantıya bakın ki o arabanın şoförü de bir subaymış. “Bu bir tesadüf mü acaba? Genelde özel arabalar yoldan kimseyi almıyorlar da” diye soran Ahmet Hoca’ya bu konudaki tahminimi iletirken, bir ihtimal, subayların silahlı olmaları nedeniyle daha cesur davranıyor olabileceklerini söyledim. Tabii bu sadece bir tahmindi.
O akşam Çorum’da yemek yemeye gittiğim lokantada bir tek kadın bile yoktu. Biraz sonra yanında bir erkekle mekânı onurlandıran kadının ise, orada her akşam sahne alan bir şarkıcı olduğunu az sonra öğrenecektim. Birlikte geldiği erkek, org ve bağlamayla şarkıcıya eşlik ediyordu. Hiç kadın müşterisi olmayan bir lokantadaki tek hanımın, o mekânda her gün sahne alan şarkıcı olması, doğrusu bana biraz acıtıcı geldi. Yemeğimi bitirip ayrıldım oradan. Boyabat-Sinop yolundaki Deniz’i ve ona son derece saygılı davranan meslektaşlarını, minibüs yolcularını anımsadım.
Bir gün Samsun’dan Fatsa’ya gidiyordum. Otobüsün ön tarafında oturan bir yolcu ile muavin arasındaki bir tartışmaya tanık oldum. Anladığım kadarıyla adam Bodrum’dan Samsun’a gelmiş, Samsun’dan da Fatsa’ya geçiyordu. Yalnız, adamı Bodrum’dan Samsun’a getiren otobüs firması, adamı kandırmış, adamdan Fatsa’ya kadar olan yol parasının tamamını almış. Adamı Samsun otogarında indirip Fatsa otobüsüne bindirmişler. Adam da o firmaya Fatsa’ya kadar olan yol parasının tamamını verdiği için Samsun-Fatsa arabasına para vermek istemiyordu. Muavin ise, kendilerinin ayrı bir firma olduğunu, bu parayı almak zorunda olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Sonunda adam, öbür firma tarafından kandırıldığını anladı ve Fatsa ücretini ödedi. Bu sırada adamın telefonuna mesaj gelip duruyordu. Adam ise cep telefonu kullanımı konusunda biraz acemi olmalı ki, her mesaj geldiğinde telefonu açıp “Alo!, Alo!” diye bağırıyor, otobüsü inim inim inletiyordu.
Bu öykünün başka bir kahramanı olan Oflu Cengiz ile tanışıklığımız iki yıl öncesine dayanıyordu. 30-35 yaşlarındaki Cengiz, Of otogarında görevli sivil bir belediye memuruydu. Of otogarı ondan soruluyordu yani. Akıllı, ağzı laf yapan, insanlarla iyi iletişim kuran, sert karakterli bir arkadaştı. İki yıl önceki ziyaretimde beni kendi arabasıyla Cumapazarı’na götürüp getirmiş, sonra da Of otogarından bir otobüse bindirip Trabzon’a göndermişti. Bu defaki yolculuğumda da Çaykara’ya geçerken özellikle uğramak istedim Cengiz’e. İki yıl önce bıraktığım yerde aynı görevini sürdürüyordu. Beni görür görmez tanıdı. Birer “süzme” çay içtik. Süzme çay, süzgeçten geçirilerek bardağa doldurulan çay anlamına geliyor. Oralılar, çayın lezzetini azalttığı için süzgeç kullanmayı sevmiyorlar. Çaykara’ya gitmem gerektiğini söyledim. Cengiz hemen bir araç ayarladı. “Çaykara’dan dönüşte de mutlaka uğra, yoksa bozulurum” diye de ekledi. “Uğrarım.” dedim. Tuttum da sözümü. Birer çay daha içtik. Cengiz’e “İstanbul’a gelecek olursan haberim olsun, bir akşam oturur, bir şeyler içeriz.” dedim. “Ben içki kullanmam, ona göre” dedi. “Olsun. Sen çay içersin, ben de rakı” diye takıldım ona. Vedalaşıp ayrıldık.
Bu yolculuk sırasında tanıştığım son kişi ise Güntaç oldu. Trabzon-İstanbul uçak yolculuğu sırasında yol arkadaşlığı ettiğimiz, 23-24 yaşlarında bir genç kız Güntaç. Trabzon’da ailesiyle birlikte oturuyor. Üniversiteyi bitirmiş, şimdi Samsun’da yüksek lisans yapıyor. İstanbul’a geliş sebebi ise, burada üniversitede okumakta olan bir arkadaşını ziyaret etmek. Bir hafta kadar İstanbul’da kalacakmış. Ayda bir falan gelip gidiyormuş İstanbul’a.
İşte bir yolculuk serüveni daha… İşte farklı insan manzaralarıyla zenginleşen bir anılar demeti daha… Yolculuklar, yeni ve farklı yerler görme fırsatı tanıdığı kadar, yeni ve farklı insanlarla tanışma fırsatı yarattığı için de güzel.