25 Eylül 2000 Pazartesi. Öğleden Önce.
Kars’tan Iğdır’a yolcu taşıyan Türk Hava Yolları aracındayım. Aracın ön sırasında, adının Sahip olduğunu sonradan öğrendiğim 25-30 yaşlarında iri yapılı bir genç ile yan yana oturuyoruz. Yolculuğun başlarında hiç konuşmuyoruz. Ben, cebimden çıkardığım minik haritayı inceliyorum.
Yanımda oturan genç, Kars’a 40 kilometre uzaklıktaki Digor ilçesinden geçerken “burası Digor” diyerek söze girdi. “Yeşil bir yermiş” dedim. “Siz bir de Iğdır’ı görün” dedi.
Bir çölü andıran doğada, seyrek görülen ağaçlık alanlardan ve bir çobanla birkaç köpeğin gezdirdiği koyun sürülerinden başka bir canlılık belirtisi yoktu. İçlerinde insan yaşayıp yaşamadığı belli olmayan toprak evler görüyorduk arada. Evlerin bahçelerinde tezek yığınları göze çarpıyordu.
Yolun zemini ve şerit çizgileri ise çok bakımlı durumdaydı. Yol boyunca ilerleyen elektrik ve telefon hatları da öyle.
Yol arkadaşım Sahip, Iğdır’a iş için mi geldiğimi sorarak konuşmayı sürdürdü. “Evet” dedim. “Çalıştığım bankanın Iğdır Şubesi yeni binasında hizmete başlıyor da, açılış için İstanbul’dan geliyorum.” Daha önce Iğdır’a gelip gelmediğim, bankada hangi görevde bulunduğum gibi sorularını da sorduktan ve ben bu soruları yanıtladıktan sonra kendinden söz etmeye başladı. Iğdır’da baba mesleği terzilik ile uğraşıyormuş. Hazır giyimin yaygınlaşması nedeniyle işleri eskisi gibi iyi gitmese de durumu idare ediyormuş. ‘İş için’ gittiği Ankara’dan dönüyormuş. Düzgün bir şive ile ve okumuş yazmış bir kişinin kullanabileceği sözcüklerle konuşuyordu.
Kars-Iğdır il sınırını geçmiş, Iğdır’a bağlı bir ilçe olan Tuzluca’ya doğru yaklaşıyorduk. Doğanın rengi yeniden yeşile döndü ve birden Aras nehrini gördük. Yolun sağında durmuş bir tur otobüsünden inen yabancı gezginler, nehrin ve çevredeki koyun sürülerinin fotoğrafını çekiyorlardı.
Sahip, bir rehber tavrıyla anlatmaya başladı: Yolun hemen solunda akan Aras nehri, Ermenistan-Türkiye sınırını çiziyormuş. Sahip daha sözünü bitirmemişti ki, nehrin solunda küçük ama modern bir yerleşim yeri gördük. Burası Ermenistan’a aitmiş. Bu arada, yolun sağında ve nehrin solunda karşılıklı olarak yerleştirilmiş iki gözetleme kulesinden, Türk ve Ermeni askerleri birbirlerini gözetliyorlardı.
Iğdır’a yaklaştıkça doğal zenginlik iyice arttı. Sonunda, yaklaşık iki saatlik bir yolculuğun ardından, pancar tarlaları, meyve bahçeleri ve seralar arasından geçerek Iğdır’a girdik. Hava, günlük güneşlik ve mevsime göre sıcaktı. Arazinin yapısına ve bitki örtüsüne bakılırsa, burası Doğu Anadolu’dan çok Batı Akdeniz Bölgesi’ne benziyordu. Ancak şehrin içine girince nerede olduğunuzu anlayabiliyordunuz.
Bu arada Sahip, anlatmaya devam ediyor; Iğdır’ın çok modern bir şehir olduğunu, kadın-erkek demeden halkın sabahın dördüne kadar sokaklarda gezdiğini, aslında Iğdır ile İstanbul arasında pek fazla bir fark olmadığını söylüyordu. Ben de başımla onaylıyordum.
Araçtan inerken kendisine teşekkür ettim ve şube açılışına onu da çağırdım.
25 Eylül 2000 Pazartesi. Öğleden Sonra.
Bankanın Iğdır Şubesi Müdürünün odasındayım. Şube müdürünün koltuğunda Iğdır Valisi Mustafa Tamer oturuyor. Odada, benim dışımda Iğdır Emniyet Müdürü, bankanın Bölge Müdürü ve koltuk sayısı yetmediğinden kapı ağzında bir sandalyeye ilişmiş durumdaki Şube Müdürü var.
Vali beyle az önce tanıştık. Şaşkınlık verici olan, valinin adımı söyler söylemez beni hatırlaması ve aynı yıllarda Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okuduğumuzun ortaya çıkmasıydı. Bunun üzerine, ortak tanıdıklarımızdan, mezuniyetten bu yana neler yaptığımızdan konuştuk. Bir ay önce atandığı Iğdır, ilk valiliği olacaktı. Bu arada odadaki diğer kişiler bizi saygılı bir tavırla dinliyorlar, ara sıra hafifçe gülümsüyorlardı.
Vali beyi uğurladıktan ve öğle yemeğimizi yedikten sonra bankada konukları ağırlamaya devam ediyoruz. Bu kez şube müdürü kendi koltuğunda oturuyor.
Odaya yol arkadaşım Sahip girdi ve şube müdürü ile beni öperek “hayırlı olsun” dileklerini iletti. Konuğumuza kuru pasta ve kola ikram ettik. Kısa bir süre kaldıktan sonra ayrıldı. Giderken bizi terzi dükkânına davet etmeyi de unutmadı.
Kısa bir süreliğine Iğdır’dan ayrılıp Doğubeyazıt’a gidiyorum. Osmanlı İmparatorluğu’nun valilerinden İshak Paşa tarafından yaptırılan 300 yıllık İshak Paşa sarayındayım. Aşağıda Doğubeyazıt şehri, yukarıda Büyük Ağrı Dağı var. Büyük Ağrı Dağı, her zaman doruklarını göstermezmiş. Ama bugün, karlı doruklarını cömertçe sergiliyor bize. Tek kelimeyle görkemli bir manzara karşısındayım. Bu gezinin kuşkusuz en güzel anını yaşıyorum.
25 Eylül 2000 Pazartesi. Akşam.
Iğdır’da, kaldığımız otelin çatı katındaki lokantada akşam yemeğindeyiz. Yemekte, bankanın Doğu Anadolu Bölge Müdürü, Müdür Yardımcıları, Iğdır Şube Müdürü ve Doğubeyazıt Şube Müdürü var.
Bir süre oradan buradan söz edildikten sonra, yemekteki konuşmalar, Doğubeyazıt Şube Müdürü Kurban Bey üzerine yoğunlaştı. Aslen Iğdırlı olan Kurban Bey 48 yaşında, saçları beyazlaşmış, babayiğit görünümlü bir Azeri erkeğiydi. Üç hanım ile evli olduğu söylentisi yemek boyunca sürdü. Sekiz çocuklu olduğu ise söylenti değil, gerçekti. Büyük kızını yeni nişanlamıştı. Evini Doğubeyazıt’a taşımadığından her gün Iğdır-Doğubeyazıt arasında gidip geliyordu.
Kurban Bey, birkaç hafta önce başından geçen bir olayı anlattı: Bir gün bankadaki odasında otururken, gençten biri odasına girmiş. Sayısal Lotoda 6 tutturduğunu, ikramiye bedelini banka aracılığıyla tahsil etmek istediğini söylemiş. Kurban Bey, kupondaki sayılarla o hafta ikramiye çıkan sayıları kontrol ettikten sonra aceleyle odasını toplamış, talihli ile beraber doğruca Iğdır’a gidip talihliyi bir otele yerleştirmiş. Talihliye yemek ısmarlayıp bir miktar da cep harçlığı vermiş. Heyecanla Bölge Müdürünü arayıp, ikramiye bedelini tahsil etmek üzere talihli ile beraber Ankara’ya gitme izini almış. Onun niyeti hemen Ankara’ya gitmekmiş ama talihli işi ağırdan alıyormuş. Aradan bir-iki gün daha geçmiş, talihli bir türlü Ankara’ya gitmeye yanaşmıyormuş. Sonunda bir gün ‘sözde’ loto talihlisi ortadan kayboluvermiş. Meğer Kurban Bey’e gösterdiği kupon sahteymiş. Kurban Bey de harcadığı paralara ve kaybettiği zamana üzülmekten başka bir şey yapamadan öylece kalakalmış.
Yemekte, bir taraftan Kurban Bey’in anlattıklarını dinlerken, diğer taraftan da klavye eşliğinde şarkı söyleyen genç şarkıcıya kulak veriyordum. Söyledikleri arasında bir tek Azeri türküsü yoktu. Bağıra bağıra arabesk şarkılar söylüyordu.
Yemekten sonra odama çekilip yatağıma uzandığımda, kulağımda hâlâ genç şarkıcının bağırtıları vardı. Yorgunluktan uyuyakalmışım.