Bu Blogda Ara

29 Kasım 2010 Pazartesi

Van'da Üç Güzel Gün

Keşişler Adası Akdamar

Lisedeki Coğrafya öğretmenimizin ders anlatma yönteminden çok etkilenmiştim. Her derste, tahtaya boş bir Türkiye haritası çizer, bizden Türkiye’nin her bölgesinden şehirleri, kasabaları, gölleri, dağları, adaları haritada işaretlememizi isterdi. Öğretmenimizin söylediği yeri doğru işaretlersek artı, yanlış işaretlersek eksi puan alıyorduk. Sonraları, bir televizyon yarışmasında da aynı yöntemin izlendiğini görmüş, öğretmenimizi sevgi ile anmıştım.

Geçen Pazar günü, Van’ın Gevaş ilçesi yakınlarındaki iskeleden bindiğimiz motorlu tekne, bizi Van Gölü üzerindeki Akdamar Adası’na götürürken, bir kez daha lisedeki coğrafya öğretmenimi ve Akdamar Adası’nın haritadaki yerini bir türlü doğru olarak işaretleyemediğimi anımsadım. Demek bir gün Akdamar Adası’nı kendi gözlerimle de görecekmişim diye düşündüm.
Akdamar Adası’na yaptığımız yaklaşık yirmi dakikalık yolculuğun sonlarına doğru; piknik tüpleriyle, teneke mangallarla, semaverlerle, gruplar halinde adaya pikniğe giden gençlerden bazıları, soyunup sırayla göle atlamaya başladılar. Yolculuğun bundan sonraki kısmını yüzerek tamamlamaya karar vermişlerdi. Arkadaşlarının dolduruşuna gelen bağrı yanık saf çocuklar, atladıkları yerin adaya epey uzak olduğunu, ancak gölün soğuk sularıyla kucaklaştıktan sonra fark ediyorlardı. Atladıkları yerin adaya epey uzak olduğu şuradan da belliydi ki, biz tekneden inip adaya ayak bastığımızda, ilk atlayan ‘yüzücüler’ gözle görülemiyordu bile. Açıkgöz olanlar ise, tekne neredeyse adaya yanaşmak üzereyken göle atlamışlardı.
Akdamar Adası’nın asıl ünü, adadaki onuncu yüzyıldan kalma Ermeni kilisesinden geliyor. Adanın ismi Türkçe’de Akdamar olarak yerleşse de gerçek adı Ahtamara. Söylenceye göre, o zamanlar keşişlerin yaşadığı adada baş keşişin Tamara adında güzeller güzeli bir kızı varmış. Adanın karşısında, Gevaş’ta yaşayan Müslüman Türklerden bir genç, bir gün gölde yüzerken gizlice adaya çıkmış ve Tamara’yı görmüş. İki genç, birbirlerini görür görmez onulmaz bir sevdaya kapılmışlar. Bundan sonra her gece delikanlı, Tamara’nın yaktığı mum ışığını izleyerek adaya yüzüyor ve kızla buluşuyormuş. Bir gün kızın babası baş keşiş, bu durumu öğrenmiş ve o gece kızın mum ışığı yakmasına engel olmuş.
Müslüman genç, mum ışığını göremediği halde, fırtınaya da aldırış etmeden kendini göl sularına atmış ve yüzmeye başlamış. Bir süre dalgalarla boğuştuktan sonra adaya ulaşamayacağını anlamış ve “Ah Tamara!” diye haykırmaya başlamış. Bu sesi duyan Tamara da göle atlamış ve iki genç çırpına çırpına göl sularında boğulmuşlar. İşte, adanın ismi o zamandan beri Ahtamara olarak kalmış.
Adaya giderken kendilerini birer birer suya bırakan gençler, “Ah Tamara!” diye haykırmıyorlardı ama, belki de Tamara’nın ve sevgilisinin ruhlarıydı onları serin suların koynuna çeken. Aradan bin yıl geçmiş olsa da...
İnsanlar, adanın çevresindeki plajlardan göle giriyorlardı. Bir an, ben de Van Gölü’nün tertemiz, turkuvaz mavisi rengindeki sularına girmek için dayanılmaz bir istek duydum. Tamara beni de çağırıyordu yanına.
Kilisenin ve mavi gölün birkaç fotoğrafını çektikten sonra, istemeye istemeye adadan ayrıldık. Bir grup yerli turist, tur rehberinin kilise hakkında anlattıklarını dinliyordu.

Bir Denizdir Van Gölü

(Sayın yolcularımız, Van havaalanı için alçalmaya başlıyoruz. Şimdi lütfen kemerlerinizi bağlayınız, koltuk arkalıklarınızı dik duruma getiriniz ve masalarınızı kapatınız. Teşekkür ederiz).
Sağımızda dağların arasında bir dere yatağı içinde uzanan Bitlis, onun hemen kuzeyinde, Van Gölü kıyısında modern görünümlü ve Bitlis’e göre daha büyük bir kent olan Tatvan.
Tatvan’ı geçtikten sonra uçuşumuza Van Gölü üzerinde devam ediyoruz. Göl kıyısından birdenbire yükselen dik yarların görünümü çok etkileyici.
Van Gölü, yalnızca Van ili için değil, göle kıyısı olan Bitlis ili için de vazgeçilmez bir hayat kaynağı. Bu yüzden olsa gerek, her iki ilin başlıca yerleşim yerleri Van Gölü’nün çevresinde kurulmuş. Gölün doğu kıyısındaki Van, kuzey doğu kıyısındaki Erciş, batı kıyısındaki Tatvan, bölgenin en önemli kentleri.
Oralarda Van Gölü’ne deniz diyorlar. Gerçekten de, bir kıyısından bakıldığında karşı kıyısı görülemeyen uçsuz bucaksız bir deniz Van Gölü.
O Cumartesi, saat 11:30’da Van Gölü’nün, Tatvan’a göre karşı kıyısındaki Van Havaalanına indiğimizde Van’ın nasıl bir yer olduğunu doğrusu çok merak ediyordum. Önümüzdeki kısıtlı zamanı iyi değerlendirip Van ve çevresini gezebildiğimiz kadar gezmeliydik.
Havaalanından şehre giden çevre yolundan ilerlerken edindiğimiz ilk izlenimler Van’ın Türkiye’nin batı bölgelerindeki kıyı şehirlerinden hiçbir farkının olmadığı yönünde. Nitekim, yol üzerindeki alışveriş merkezleri, Erciş çıkışında gördüğümüz, içinde bowling de dahil her tür oyun ve spor etkinliklerinin yapılabildiği tesisler ve diğer her şey bu izlenimlerimizi pekiştiriyor.
Van’ın ne kadar yeşil, ne kadar modern ve ne kadar düzenli bir şehir olduğunu, şehir içinde şöyle bir dolaşınca, özellikle de Van Kalesi’nden şehre kuşbakışı baktığınızda çok daha iyi anlıyorsunuz. Van Kalesi, şehrin tarihsel kimliğinin ve kale içinde ve kale çevresinde kurulmuş eski kentin (Tuşba) simgesi olarak, İsa’dan önceki zamanlardan, Urartulardan beri tüm görkemiyle ayakta durmaya devam ediyor.
Kaleden baktığınızda şehrin Van Gölü kıyısındaki iskelesini de görüyorsunuz. İskeleden, Tatvan ile karşılıklı feribot seferleri yapılıyor. Yalnız bu feribotların bildiğimiz feribotlardan farkı, araba yerine tren taşımaları. Evet, bu feribotlar tren taşıyor. İran’dan gelen demiryolu Van’a ulaştığında Van Gölü engeliyle karşılaştığından daha fazla ilerleyemiyor. Aynı şekilde Anadolu içlerinden doğuya doğru uzanan demiryolu da Tatvan’da noktalanıyor. Demiryolu hattının tamamlanabilmesi için tek yol var: deniz yolu, daha doğrusu göl yolu.

Van Gölü’nde Günbatımı

O gün öğle yemeğinden sonra ilk olarak Bendimahi Şelalesi’ne gidiyoruz. Kuzeye doğru, Van-Erciş-Doğubayazıt yoluna çıkıp 90 kilometre giderseniz Muradiye ilçesine, Muradiye’den 10 kilometre daha ilerlediğinizde Bendimahi ya da öteki adıyla Muradiye Şelalesi’ne ulaşıyorsunuz. Tendürek dağlarından doğan Bendimahi Çayı, burada yüksekten dökülerek görülmeye değer bir şelaleye dönüşüyor. Yalnız, şelaleyi iyice görebilmek için; kırılmış tahtalarından dolayı yer yer boşluklar oluşmuş zeminiyle, ipten korkuluklarıyla hiç de güven vermeyen, su yüzeyinden en az 20 metre yükseklikteki daracık asma köprüden çayın karşı kıyısına geçmek gerekiyor. Korkuyla da olsa köprüden geçip karşı kıyıdaki kahveye kendimizi zor atıyoruz.
Şelalenin muhteşem görünümü ve içtiğimiz soğuk sular, heyecanımızı yatıştırıyor. Şelalenin ve asma köprünün görüntülerini, çektiğim bir iki fotoğrafla tespit ediyorum. Gezilecek çok yerimiz var diyerek biraz sonra oradan ayrılıyoruz.
Van, Türkiye’nin en doğusundaki illerimizden biri olduğundan burada güneş, İstanbul’a göre yaklaşık bir saat erken batıyor. Bendimahi Şelalesi’nden dönerken uğradığımız, Orman İşletmesi’ne ait piknik alanında, Gölün kıyısındaki kumsala oturup günbatımını izliyoruz.
Van Gölü kıyısında güneşi batırmak, Şile’ye ya da Rumeli Feneri’ne göre daha az romantik değil, inanın. Belki de bu romantizm, adını duyar duymaz tutkuyla bağlandığım Tamara’nın, gölün derinliklerinde yaşayan güzelliğinden geliyordur, kim bilir...

Çatak Yolunda

Macera bu ya, bir gün de Van’ın güneydeki en uç ilçesi olan, Siirt il sınırındaki Çatak’a gidelim dedik. Yol, önce düzlük bir arazide ip gibi giderken, bir süre sonra dağlık araziye giriyor ve döne döne ilerlemeye başlıyor. Yükseltisi 3000 metre civarındaki dağlık araziye girer girmez jandarma barikatıyla karşılaşıyoruz. Kimlik kontrolünden sonra, dik uçurumların, gökyüzüne değecek gibi yüksek dağ kütlelerinin, yamaçlarda koyunlarını, keçilerini otlatan çobanların, topraktan yapılmış evlerin, Çatak Çayı’nın suladığı ağaçlık alanların arasından yolumuza devam ediyor ve yaklaşık 1 saatlik bir yolculuktan sonra Çatak’a varıyoruz. Hızımızı alamayıp Çatak’ın da ilerisine geçiyoruz ama, biraz sonra, benim tank sandığım, askeri dilde kariyer denilen zırhlı araçların korumasındaki bir karakola gelip dayanıyoruz.
Karakolun uzun boylu sırım gibi bir delikanlı olan komutanı, daha ileriye gitmemizi “tavsiye etmiyor”. Biz de komutanın tavsiyesine uyup geri dönüyoruz.

Tamara’ya Veda

Bir öğle vakti, ünlü Van kilimlerini görmeye gittim. Kilimleri görünce, Tamara’ya olduğu gibi Şahseven ve Avşar kilimlerine de, karşı konulamaz bir tutku ile bağlandığımı hissettim.
Tamara’nın ince ruhu, yalnız gölün derin sularına ve akşamüstü güneşinin soluk ışıklarına değil, Van’ın köylerinde, genç kızların el emeği göz nuru ile dokudukları kilimlere de yansıyordu.
İstanbul’a dönerken biri Van’dan, biri Van’ın köylü kızlarından, biri Tamara’dan üç hatıra kilim aldım da öyle döndüm.
Ben artık Tamara’sız yaşayamazdım.

(2001)