Bu Blogda Ara

30 Kasım 2010 Salı

Yumurta

Bir odanın içinde dört kişiydik. Evin salonuna açılan kapısı kapalıydı odanın. Sokağa bakan pencereler ve pencerelerin perdeleri de öyle. İçerisi loş sayılırdı.

Bayramdı. Ardı ardına ziyaretçiler gelip gidiyordu. Ben, oğlum, erkek kardeşim ve oğlu, o sabah ziyaretçiler bastırmadan odaya kapanmış, film seyretmeye karar vermiştik. Kardeşimin yanında taşıdığı DVD koleksiyonundan bir film seçecektik, ama hangisini? Birkaç seçenek üzerinde duruldu, karar verilemiyordu bir türlü. Sonunda benim Yumurta önerim kabul gördü.


Böyle durumlarda bir karara varmak zordur. Birinin istediğini öbürü istemez, öbürünün istediğini beriki kabul etmez. Hatta bazen demokrasi de işe yaramaz; grupta yer alanlardan biri, çoğunluğun seçimine direnir. En kötüsü de kararsızlıktır. Sonunda birinin ortaya attığı öneri, ötekiler tarafından, tam içlerine sinmese bile benimsenir. O gün de öyle oldu. Yumurta’yı sinemada görmüştüm. Bir daha izlemenin ve onlara da izletmenin çekici olabileceğini düşündüm. Yine de tereddütlüydüm, çünkü grup, farklı yaşlarda, farklı zevklere sahip kişilerden oluşuyordu. Bir tarafta kırklı yaşlarının sonuna gelmiş iki kardeş, bir tarafta ilk gençlik çağlarını yaşamakta olan iki kuzen.

Neyse, sonunda filmi başlattık.

Filmin yönetmeni Semih Kaplanoğlu, Nuri Bilge Ceylan gibi, Türk sinemasında son yıllarda meydana gelen canlanmada rolü olan genç kuşak yönetmenlerden biri olarak tanındı. Her iki yönetmen de doğup büyüdükleri yöreleri sinema ekranına taşırken, yerel olanla evrensel olanı kaynaştırmayı başardılar. “Az çoktur” ilkesini benimsediler. Müziğe değil doğal seslere yaslanan, az konuşmalı filmler yarattılar. Filmlerinde indirgemeci (minimalist) bir anlayışla, basit ve inandırıcı bir olay örgüsüne, yalın tiplemelere, hayatın küçük ayrıntılarına yer verdiler. Sinemanın her şeyden önce bir görüntü sanatı olduğunu bildiklerinden fotoğraf benzeri karelerle süslediler filmlerini.

Bir edebî tür olarak öykü ile onların filmleri arasında bir ilişki kurulabileceğini düşünmüşümdür hep.

Bilindiği gibi roman türü hayatın tümünü kucaklama iddiasındadır. Romanlar çoğunlukla kahramanların bütün bir hayatını, en azından o hayatın bir bölümünü kuşatır. Hayat, bir bütün olarak ele alınır romanlarda. Gerçek hayattakine benzer karakterler yaratılır.

Öyküde ise hayatın bütününden çok, yaşanan anlar üzerinde durulur. Duyarlıklı küçük ayrıntılardır anlatılan. Anlar ve ayrıntılar yoluyla hayata dair dokundurmalar yapılır. Her okuyucu, bu dokundurmalardan kendine göre çıkarsamalar yapar. Bu yönüyle öykünün romandan çok şiire yakın durduğu söylenebilir.

İşte, Nuri Bilge Ceylan’ın ve Semih Kaplanoğlu’nun filmleri de böyledir. Filmlerde olup bitenler, görünürde son derece sıradan ve önemsiz olaylardır. Kimi sahneler gereğinden fazla uzatılmış gibidir. Kimi sahneler karanlıktır. Yapılmak istenen, izleyiciyi düşünmeye davet etmektir. Film zamanı ile gerçek zaman birbirine yaklaşır. İzleyici ile film kahramanı, söz gelimi karanlık bir odada geçmişini düşünen bir adamın kişiliğinde bütünleştirilir. Film kahramanı da, izleyici de düşünür. Gösterilen, düşünülen şey değil, düşünmenin kendisidir bir bakıma.

Odadaki dört kişi Yumurta’yı izlemeye devam ettik. Ben, sinemadaki ilk izleyişime göre daha çok beğenmiştim filmi. İkinci izleyişte, ilkinde fark etmediğim kimi ayrıntılar daha fazla dikkatimi çekti. Kardeşim ortadaydı, filmi ne beğendi, ne beğenmedi. Oğullarımız ise filmi sıkıcı bulmuşlardı, sonuna kadar zor dayandılar. Yumurta’yı izleme önerisi yaparken onlardan gizlediğim bir şey vardı: Filmi sinemada izlerken, salondaki genç izleyiciler, filmi beğenmediklerini belli etmişler, filmdeki aksiyon ve diyalogların azlığına tepki göstermişlerdi. Film bitince Can ve Tuna’ya bunu anlattım. Anlatmaz olaydım. “Şunu baştan söyleseydin ya, bize ne kastın vardı?” diye bağırarak üzerime çullandılar. Neredeyse boğuyorlardı beni.

Bu arada Semih Kaplanoğlu boş durmamış, Yumurta ile birlikte bir üçlü oluşturan Süt ve Bal’ı bitirmişti bile.

Kahvaltı hazırdı. Mutfağa geçtik.

(2008)