Biliyor musun,
benim hiç bisikletim olmadı. Ne çocukluğumda ne de gençliğimde. Bugün artık
koca bir adamım, hâlâ bisikletim yok.
Yine de
bisikletli bir çocukluktu, yaşadığım. Babam işine bisikletle giderdi. Güneybatı
Anadolu’nun altmışlarda henüz bu kadar büyümemiş o şehrinde, bir kira evinde
otururduk. Her sabah bisikletini alıp çalıştığı fabrikaya doğru yola çıkmadan
önce, annem, babamın sırtına bir havlu koyardı, hasta olmasın diye. İşten
döndüğünde, terden ıslanmış çamaşırlarının yerine yenilerini giydirirdi.
Senin baban neyle
giderdi işine?
Şehrimizin caddelerinde, faytonlarla kuyruklu taksilerin ve az sayıda özel arabanın
dışında taşıt aracı görülmezdi o yıllarda.
Siz de akşamları
çay bahçelerinden faytonla mı dönerdiniz evinize? Yürüyerek dönüyorsanız sen de
tutturur muydun vitrinde gördüğün oyuncağı aldırmak için? Sizin şehrinize de
gelir miydi Gönül Yazar, konser vermeye?
İlkokul çağına
geldiğimde, her çocuk gibi ben de bir gün bana bisiklet alınacağı hayaliyle yaşamaya
başladım. Gel gör ki Personel Kanunu çıkmamıştı daha. Personel Kanunu bir çıksa
neler olacaktı neler… Babamın maaşı ikiye katlanacaktı, kendi evimizi alacaktık,
benim de bir bisikletim olacaktı. Personel Kanunu, yıllar geçtikten sonra çıktı
çıkmasına ama onun boş bir umut olduğu çabuk anlaşıldı.
Sen de bisiklet
hayalleri kurdun mu çocukluğunda? Senin şehrinde de fabrika işçileri Personel
Kanunu’ndan medet umarlar mıydı? Sizde de elektrikler gece yarısı kesilir miydi?
Yaz düğünleri, yerlerine çakıl taşı serilmiş düğün bahçelerinde mi yapılırdı
sizin orada da? Davul zurna yerine ilahilerle gelin gidenler olur muydu senin
doğduğun yerlerde de?
Bir dönem de
ülkemizin Ortak Pazar’a gireceği beklentisiyle avunacaktık. Bu kez gözümüzü
daha yukarılara dikecektik: Avrupalıların seviyesinde bir gelir, evler,
arabalar, yazlıklar… Bisiklet, hayali kurulacak bir şey olmaktan çıkıverecekti
bir anda.
Dördüncü sınıfa
geldiğimde “Hep Başbakan”a bir mektup yazdım. Bana bir bisiklet göndermesini
istiyordum. Koskoca başbakan, bir emir verir, bisikletim kapımıza gelirdi.
Günlerce, aylarca bisikletimin yolunu gözledim. Ne gelen vardı, ne giden.
Baktım olacak
gibi değil, para kazanmaya karar verdim. Babamın çalıştığı fabrikanın kapısında
bir gazete tezgâhı açtım. Okuldan arta kalan zamanlarda tezgâhın başına
geçiyor, vardiya bitiminde ya da mesai sonunda fabrikadan çıkan işçilere ve
memurlara gazete, dergi, ansiklopedi fasikülü satıyordum. Çoğunu da abone
yapmıştım. Ay başlarında fabrika içine giriyor; bürolarda, atölyelerde abone paralarını
topluyordum.
Gazete
satıcılığından kazandığım para da yaramadı bisiklet almaya. İşin içine okuma
tutkusu girdi; bisiklet yerine, sattığım Meydan-Larousse, Hayat, Cumhuriyet, İnsan
Vücudu ansiklopedilerinin her birinden birer adet edinmeyi yeğledim. Artık bir
kütüphane düzmek, bisiklet almaktan daha öncelikliydi benim için.
Sen de yaşadın
mı, o fasikül fasikül biriktirilen ansiklopedilerin ciltçiden çıkmasını
beklerken duyulan heyecanı? Sevgilim, senin yaşadığın semtlere de aşklar ve
evlilikler gibi ölümler de erkenden mi geldi? Ölenler, giderken bütün bir
semti, bütün bir şehri de götürdüler mi yanlarında?
Ah canım, bir
bisikletim olsa da altmışların küçük şehirlerine, çocukluğumuza doğru bir
yolculuğa çıkarabilsem seni…