Bu Blogda Ara

29 Kasım 2014 Cumartesi

AYLAK ADAM’IN MACERALARI


Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanında, 28 yaşındaki C.’nin 1950’ler İstanbul’undaki yaşantısı anlatılmaktadır.
Roman; Kış, İlkyaz, Yaz ve Güz olmak üzere dört ayrımdan oluşur ve 155 sayfadır. *
C.’nin çocukluğu Alemdar’da, iki katlı bir evde geçmiştir. Bir yaşındayken kaybettiği annesini hatırlamayan C., bu evde babası, teyzesi, ve babasının tacizlerinden dolayı sık sık değişen hizmetçi kadınlarla yaşamıştır. Komisyonculuk yapan baba, varlıklı biridir. Nitekim ölümünden sonra C.’ye hatırı sayılır bir servet bırakmıştır. C., bu sayede hiç çalışmadan, sahip olduğu taşınmazların geliriyle iyi bir yaşam sürmektedir. Kendisini “paralı” olarak görür, ama “zengin” olduğunu kabul etmez. Ona göre bu ikisi farklı şeylerdir.
C., adını bile hatırlamak istemediği babasına karşı nefret duyguları içindedir. Bunun nedeni, C.’nin hayatta en sevdiği kişi olan teyzesi Zehra ile babasının ilişki içinde olmasıdır. C., bu durumu ilk kez on yaşındayken fark etmiş, onları birlikte yakalamıştır. Babası, bunun üzerine C.’nin kulağını sert bir şekilde çekmiş, kulağındaki yara uzun süre iyileşmemiştir. Şimdi bile babasını ve teyzesini her hatırladığında kulağı kaşınmaktadır. Tanıdığı kadınlar, duyduğu kokular ona hep teyzesini hatırlatır. Babasını, teyzesinin bacaklarına sarılırken gördüğü o an yüzünden, yetişkin bir erkek olduktan sonra uzun yıllar kadınların bacaklarına dokunamaz. Buna ne zaman yeltense kulağı kaşınır, bunu bir tür fobi hâline getirir. Rüyalarında babasını defalarca öldürür. Bu fobiden, ancak Ayşe ile yaşadığı ilişki sırasında kurtulabilecektir. 
Teyzesinin de ölmesinden sonra tümüyle yalnızdır artık. Yatılı okuduğu koleji bitirdikten sonra kısa bir süre Edebiyat Fakültesi’ne devam eder. Sıkılıp bırakır. Askerliğin ardından yurt dışına gider, orada da çok kalmaz. Şimdi, Nişantaşı’da sahibi olduğu bir apartmanda oturmaktadır. Belirli bir uğraşı yoktur. Ne iş yaptığını soranlara “aylağım ben” diye yanıt verir. Sigara ve içkiye müpteladır. Günlerden hangi gün olduğunu bile bilmez. Onları, o günkü olaylarla adlandırır, baharın gelmesiyle “paltosunu çıkardığı gün” gibi örneğin.
Zamanını, resim galerilerinde ve atölyelerinde, sinemalarda, lokantalarda, pastanelerde, meyhanelerde geçirir. Sadık adlı arkadaşının Maçka’daki atölyesine gider sık sık. Sadık, bu atölyede on kadar öğrenciye resim dersi vermektedir. Sami adlı bir öğrenci, C.’nin resmini yapar. C., galerilerden ya da bu atölyeden resimler satın alır. Evinde yüzlerce resim vardır. Bir zaman sonra resim almayı da bırakır.  
Zaman zaman aylaklığa ara verip kendine işler yaratır: şehrin sokak adlarını not edip bunların anlamsızlığı üstüne düşünmek, okumak, hikâyeler yazmak gibi. Ama çabuk sıkılır bu işlerden. Yazdıklarını yırtıp atar.
C., sadece babasından değil, insanların çoğundan nefret eder, öfke duyar onlara. Çünkü insanlar samimiyetsizdir; yapmacık tavırlar, kalıplaşmış davranışlar, önyargılar, tekdüze yaşamlar içindedir. Bu yüzden bilmediği insanlarla temas etmekten ve yeni tanışılmış olsa bile sizli bizli konuşmalardan hoşlanmaz. Bahşiş için yılışık davranışlar içine giren, ona özel muamele gösteren garsonlarla arası hiç iyi değildir sözgelimi. Bu tür garsonların çalıştığı lokantalara, pastanelere, kahvelere bir daha gitmez. Birine ve bir yere bağlanmak ona göre değildir.
C.’ye göre, bir gün caddede yürürken karşısından gelen bir kızı yanağından öpmesine “pis sarhoş” şeklinde bir tepki alması; sokakta kendi kendine sesli olarak güldüğünde ya da simit yediğinde çevredekilerin ona ayıplayıcı gözlerle bakmaları da insanların olayları hep, benimsedikleri kalıplar doğrultusunda değerlendirmelerine birer örnektir. 
İnsanlara duyduğu nefret ve öfke, yalnızca bir film izledikten sonra, sinema çıkışı yatışır. O da en çok 5-10 dakikalığına. Sinemanın büyüsüdür bu.
Aylak Adam, bir arayışın romanı olarak nitelenebilir.
O, farklı olanı aramaktadır. Gerçekten sevebileceği bir kadını… Karşılaştığı ya da tanıştığı her kadına “acaba o mu?” ümidiyle yaklaşır. Aradığı kadın herkes gibi olmamalıdır, kalıplara göre davranmamalıdır. Makyajsız olmalıdır,  topuklu pabuç giymemelidir. Evlilik, çocuk, düzenli bir hayat gibi beklentiler içinde olmamalıdır. C., “eli paketliler”den biri olmak istememektedir çünkü. “Eli paketliler” deyimi, romanda, her gün belli bir saatte evine dönen, gelirken evin ihtiyaçları için alışveriş yapan sıradan evli erkekleri tanımlamak için kullanılmıştır. Eve boş gelmemek, aynı zamanda komşuların gözündeki saygınlığın da bir ölçüsüdür. Bu nedenlerle C., hayatına giren kadınları ailelerinden bağımsız olarak düşünür; onların ana babalarıyla, kardeşleriyle tanışmak istemez.
Bir gün bir resim sergisinde Sadık onu Ayşe adlı ressamla tanıştırır. Ayşe ile C. arasında bir yakınlaşma başlar. C., hemen her gün Ayşe’nin atölyesine uğramaktadır artık. Ayşe ona kendi yaptığı “İkindi Kahvaltısı” adlı tabloyu hediye eder. Bu tablo, C.’nin yatak odasının duvarını süslemektedir.
C., bir gün Ayşe’yi, Selim adlı bir genç ile görünce Ayşe’den ayrılır. Oysa Ayşe ile Selim arasında C.’nin düşündüğü gibi bir ilişki yoktur. Ayşe durumu açıklamak için onu günlerce sinema önlerinde bekler, ama C. gelmez. O günlerde hastadır çünkü (bunu, yazarın parantez içindeki açıklamasından anlarız).
Yılbaşı akşamı, biraz içki ve yiyecek alarak Ayşe’nin atölyesine gider. Anahtarıyla kapıyı açar, götürdüğü içkileri içer. Ama Ayşe yoktur. Oradan çıkıp bir meyhaneye gider. Garson,  C’nin kulağına eğilip “Abi, bu gece hindi dolması da var.” diye seslenir. Yılbaşı akşamları hindi yemek, eğlenmek zorunda olmak, tombala oynamak da insanların benimsedikleri davranış kalıplarındandır.
Ayşe ile C., altı ay kadar sonra, Caddebostan’da yeniden karşılaşırlar. Ayşe de, C.’nin yaz aylarını geçireceği pansiyonda kalmaktadır. Aralarındaki ilişki tekrar canlanır. Başlarda C., Ayşe’nin aradığı kadın olduğunu düşünür, hatta Ayşe’ye geçmişini tüm çıplaklığıyla anlatır.
Ancak zamanla bu düşüncesi değişecek, Ayşe ile birlikteyken kendisinin de sıradanlaştığını, “eli paketliler”den birine dönüştüğünü hissedecektir. Tam Ayşe’den ayrılmaya karar verdiği sırada Ayşe onu terk eder.
Güler ve B. de romanın başlıca kadın karakterlerindendir. Birbirleriyle arkadaş olan bu iki genç kız bir zamanlar C.’nin de devam ettiği Edebiyat Fakültesi’nde öğrencidir. C., bir gün Karaköy’de bir tatlıcı dükkânında otururken dışarıda konuşmakta olan bu iki genç kızı görür. Birinin yağmurluğu devetüyü, öbürününki açık mavidir. C., dükkândan onları izlerken o sırada birbirlerine veda etmeye hazırlanan iki arkadaşın ayrılırlarken el sıkışacaklarını düşünür. Oysa onlar, el sıkışmamışlar, öpüşmüşlerdir. Üstelik de topuksuz ayakkabı giymektedirler. Bu durum, C.’nin ilgisini çeker, hemen kalkıp onların yanına doğru gider.  Bu sırada kızlardan devetüyü yağmurluğu olan Yüksekkaldırım yönüne, açık mavi yağmurluğu olan ise Tophane yönüne doğru yürümeye başlamıştır. C. de, kısa bir duraksamadan sonra Yüksekkaldırım tarafına doğru gider ve devetüyü yağmurluk giyen genç kızın ardına düşer. C.’nin ilk o gün gördüğü bu iki arkadaştan, takibe aldığı kız Güler, öbürü ise B.’dir. Güler’i, birkaç gün boyunca izler. Okuduğu okulu, ailesiyle yaşadığı evi öğrenir. Sonunda bir gün konuşma fırsatı yakalarlar. Sonra da her gün buluşmaya başlarlar. Bununla birlikte Güler, başkalarının kendisini bir erkek ile görmesinden çekinmektedir. Bu çekingenlik, C.’nin evine gittiklerinde de devam eder. C. ile birlikte iken bile babasının, ailesinin varlığını bir türlü kafasından atamaz, özgürleşemez. Güler’in bu tavırları, C.’yi ondan uzaklaştırır, C.’nin aradığı kişi Güler de değildir.
Roman boyunca birkaç kez yolları kesişmiş olsa da C. ile B. hiçbir zaman tanışma fırsatı bulamazlar. B., C.’nin resmini yapan Sami’nin ablasıdır. Sami bir gün C.’yi evlerine davet eder, ama C., kabul etmez bu daveti. Oysa Sami’nin evine gitseydi B. ile tanışacak ve olaylar bambaşka bir seyir izleyecekti (bunu yine yazarın parantez içi açıklamasından öğreniyoruz). Bir gün de sinemadan çıkan B. ile caddede yürümekte olan C. Ağa Camii’nin önünde karşılaşırlar, ama C., onunla konuşma girişiminde bulunmaz.  Aynı şekilde C., Karaköy’de Güler’in değil de B.’nin peşine takılsaydı olayların gelişimi farklı bir yönde olacaktı.
Hikâyenin “doruk noktası” (climax) sayılabilecek bu noktada yazar, yine, genelde karakterlerin bakış açısıyla anlattığı olaylara, birçok kez yaptığı gibi müdahale etmiş ve parantez içinde “B.’nin arkasından gitseydi hikâye bitecekti” diye yazmıştır. Yazarın roman metnine müdahale ederek parantez içi açıklamalarla okuru aydınlatma görevine soyunması, edebiyat kuramında “her şeyi bilen anlatıcı” olarak bilinen durumun bir örneği olarak görülebilir.
Aslında yazar, tüm karakterlerin üzerinde olduğunu, bu karakterleri kendisinin yarattığını, dolayısıyla okuyacağımız metnin bir roman olduğunu, daha ilk sayfalarda, “birinci tekil kişi anlatımı” ile yazdığı satırlar yoluyla bize aktarmıştır. Buradan da bir “tanrı yazar” ile karşı karşıya olduğumuzu anlarız.
Güler ile B. arasındaki mektuplaşmalardan ve B.’nin günlüklerinden, B. ile C. arasında hayat görüşü açısından bir benzerlik olduğunu anlarız. İkisi de küçük bir ev, bir eş ve iki çocuğun, birçok kişinin (Güler’in de) düşündüğünün aksine, mutluluk için yeterli olmadığına inanırlar.
C.’nin arayışına benzer biçimde, B. de farklı birini aramaktadır. Kısa sürelerle çıktığı erkeklerin, kadın-erkek yakınlaşmasında her şeyin bir sırası olduğu şeklindeki düşüncelerini, kalıplaşmış bir yaklaşım olarak yorumlar ve onların, aradığı kişiler olmadığını anlar.
Bu belirtiler, roman boyunca C. ile B.’nin birbirlerini aradığını göstermektedir. Ancak yukarıda da değinildiği gibi, yolları birkaç defa kesiştiği hâlde bir türlü tanışma fırsatı bulamazlar.
Roman, B. ile C.’nin son karşılaşmaları ile biter. C. yine o tatlıcı dükkânındadır. Camdan dışarı bakarken açık mavi yağmurluklu kızı görür. Kız koşarak bir otobüse biner. C. de onun arkasından koşar, ama otobüse yetişemez.
Romanda sinema, hem bir mekân olarak, hem de filmlerin karakterler üstündeki etkisi bağlamında önemli bir yer tutar. O yıllarda sinema mekânı, film izlenen bir yer olmanın yanı sıra; buluşulan, uyunan, sürtünülen, öpüşülen, hatta localarında sevişilen bir mekândır da. Öyle ki, romandaki karakterlerden” şaşı kadın”, mesleğini sinema localarında icra eden bir seks işçisidir.



* Aylak Adam, Yapı Kredi Yayınları, 37. baskı, İstanbul, Eylül 2014.