Bu Blogda Ara

20 Haziran 2011 Pazartesi

Don Kişot

“Don Kişot’u kitaplar çıldırtmıştı, Beşir Fuad’ı kitaplar öldürdü.” (Cemil Meriç)

Don Kişot, daha edebiyatta roman türü ortaya çıkmadan yazılan bir ‘roman’dır. İspanyol yazar Miguel de Cervantes’in 1600’lü yılların başında yazdığı bu kitabın değeri, roman türünde eserlerin verilmeye başlandığı XVIII. yüzyıldan sonra anlaşılmış ve onun dünyada yazılan ilk roman olduğu kabul edilmiştir. Don Kişot, sadece ilk roman olmakla kalmaz, günümüze kadar yazılan en iyi romanlardan biridir de.


Romanda, İspanya’nın Mança eyaletinin bir köyünde yaşayan Alonso Kesada adlı bir çiftçinin, okuduğu romanlardan etkilenerek gezici şövalyeliğe soyunması ve bu sırada başından geçen gülünç serüvenler anlatılır.

Şövalye romanlarının kahramanlarıyla kendini özdeşleştiren Alonso Kesada 50 yaşlarında, uzun boylu, zayıf bir adamdır. Gezici şövalyeliğe başlamadan önce kendisine Mançalı Don Kişot adını verir. “Don” sözcüğü, İspanya’da bir soyluluk unvanıdır.

Ortaçağ Avrupa’sında özel eğitimle yetişmiş, belli ülküler taşıyan, soylu, atlı savaşçılara “şövalye” denirdi. Romandaki olayların geçtiği 16. yüzyıl sonlarında ise şövalyelik diye bir şey kalmamıştı. Artık geçmişte kalmış bir kurum olan şövalyeliğin, romanın kahramanı Don Kişot tarafından yeniden canlandırılmaya çalışılması, romanı gülünç kılan ana unsurdur.

Don Kişot, şövalyeliğe soyunurken, çaresiz güzel prensesleri kurtarmayı, haksızlıkları önlemeyi, bu sayede büyük bir üne kavuşmayı amaçlar. Don Kişot’a, şövalyelik serüvenlerinde Rosinante adını verdiği atı, kendisine seyis ve yardımcı olarak seçtiği köylüsü, şişman ve kısa boylu, saf bir adam olan Sanço Panza ile onun eşeği eşlik eder. Don Kişot, Sanço Panza’yı ileride bir adaya vali yapma vaadiyle ikna eder. Seyis, efendisini, yaşadıkları serüvenler boyunca Mahzun Yüzlü Şövalye diye anar.

Her şövalyenin bir sevgilisi olması gerektiğinden Don Kişot, Aldonza adlı bir köylü kızını sevgili olarak benimsemiş, ona da Tobosolu Dulcinea adını vermiştir. Kural gereği her şövalye bütün kahramanlıkları sevgilisi için yapar ve kendini sevgilisine adardı.

Birinci Yolculuk

Bir yaz günü köyünden ayrılan Don Kişot, tamamen hayal âleminde yaşadığı için, yolculuğu boyunca gördüğü hanları birer şatoya, yel değirmenlerini devlere, koyun sürülerini düşman ordularına benzetir. Han sahiplerine kral, handaki hizmetçi kızlara prenses muamelesi yapar.

İlk uğradığı hanın sahibi (“kral”), Don Kişot’a törenle şövalyelik unvanını verir. Don Kişot, ilk kavgasını, handa konaklayan katırcılara karşı yapar ve iki katırcıyı mızrakla yaralar. Handan ayrıldıktan sonra, bir çiftçi tarafından dövülmekte olan bir delikanlıyı kurtarır. Yolda gördüğü altı kişilik bir tüccar kafilesine saldırır, ancak bu defa iyi bir dayak yer.

Yaralı olarak köyüne döner. Don Kişot’un dostları olan köyün rahibi ve berberi, onun başına gelenlerin, okuduğu kitaplar yüzünden olduğunu bildikleri için, yeğeniyle ve kâhya kadınla işbirliği yaparak Don Kişot’tan gizli, evdeki bütün kitapları yakarlar.

İkinci Yolculuk

On beş gün kadar evinde dinlenen Don Kişot, Sanço Panza’yı da yanına alarak yeniden yola çıkar.

Bu ikinci yolculuktaki ilk serüven, Don Kişot’un, dev sandığı yel değirmenlerine saldırması olur. Ancak, dönmekte olan değirmen kanatlarından biri Don Kişot’a çarpar ve onu yirmi adım öteye fırlatır.

İkinci yolculukta Don Kişot ile Sanço Panza’nın başından geçen öteki serüvenlerden bazıları da şöyledir:

Kocasıyla buluşmaya giden bir kadını, kaçırılan bir prenses sanıp, ona eşlik eden rahiplere ve atlılara saldırırlar.

Bir dağ başında keçi çobanları tarafından ağırlanırlar.

Bir katır sürüsünün sahiplerinden dayak yerler.

Konakladıkları bir handa (“şato”da) konuklarla dövüşürler. Don Kişot, şövalyelik kuralları gereğince, kaldığı hiçbir handa, hancıların istediği konaklama parasını ödemeye yanaşmaz. Bu yüzden hancı ya da konukları, hınçlarını çoğu zaman Sanço Panza’dan çıkarırlar.

Don Kişot, düşman ordusu sandığı bir koyun sürüsünün içine dalar, bu yüzden çobanlar tarafından taş yağmuruna tutularak ağır şekilde yaralanır. Girdiği savaşlarda başarısızlığa uğramasını, her defasında kötü büyücülerin marifeti olarak görür.

Bir gece vakti bir cenaze alayına saldırır ve karanlıktan yararlanarak birkaç rahibi yaralar.

Dört asker tarafından götürülmekte olan zincire vurulmuş on iki kürek mahkûmunun, çıkan kargaşadan yararlanarak serbest kalmalarını sağlar. Bunun karşılığında (!) mahkûmlar, Don Kişot’un ve Sanço’nun giysilerini ve yiyeceklerini çalarlar. Bu durum Don Kişot’u çok üzer.

Bu arada, köydeki rahip ve berber, Don Kişot’u kurtarmak için bir plan yaparlar. Kılık değiştirirler, yanlarına bir genç kız alırlar ve Don Kişot’u bulurlar. Ondan, bu genç kızın (“prenses”in) geçmişte uğradığı bir kötülüğün intikamını almasını rica ederler. Rahip ile berber, bu fırsattan yararlanarak bir yolunu bulup Don Kişot’u bir kafese kilitlerler ve bir arabayla köyüne getirirler.

Üçüncü Yolculuk

Don Kişot, bir süre köyünde kaldıktan sonra Sanço Panza ile birlikte, sevgilisini görmek üzere Toboso’ya doğru yola çıkar. Sanço, yolda gördükleri üç köylü kızdan birinin, sevgilisi Dulcinea olduğuna Don Kişot’u inandırır. Ancak köylü kızlar, onlarla alay ederek yollarına devam ederler.

Bu arada rahip ile berber yeni bir plan yaparak, köylerindeki bir delikanlıyı şövalye kılığına sokup Don Kişot’u bulmaya gönderirler. Kendisine “Aynalar Şövalyesi” adını veren delikanlı, Don Kişot ile Sanço’yu, bir gece dağ başında bulur. Don Kişot’a meydan okuyarak onunla kavgaya girişir, ancak kavgayı kaybettiği için gerisin geri dönmek zorunda kalır.

Don Kişot ile Sanço Panza yolda, bir dük ve düşese rastlarlar. Dük ve düşes, şövalyeyi ve seyisini şatolarına davet ederler ve bir süre onları ağırlarlar. Amaçları biraz eğlenmektir. Don Kişot’un Sanço’ya bir adanın valiliğini vaat ettiğini duyan Dük, sahibi olduğu bir kasabaya Sanço’yu “vali” olarak gönderir. Ancak Sanço, orada “vali” olarak geçirdiği birkaç günden sonra bu işten sıkılır ve eski günlerini özler. Eşeğine atladığı gibi Don Kişot’un yanına döner.

Ertesi gün Dük’ün şatosundan ayrılırlar. Yolda giderlerken karşılarına Beyaz Ay Şövalyesi çıkar. Bu şövalye, yine o köylü delikanlıdan başkası değildir. Bu defa savaşı o kazanır ve bunun karşılığında Don Kişot’un evine çekilmesi ve şövalyelikten vazgeçmesi şartını koşar.

Bunun üzerine Don Kişot ve Sanço köylerine dönerler ve evlerine çekilirler.

Don Kişot hastadır. Rahibin yanında günah çıkarır, Noter’e vasiyetini yazdırır. Ve eceliyle ölür.

Don Kişot’ta zengin ve yaratıcı bir düş gücü, sonu gelmeyen bir mizah, yaşamın anlamını ve gerçekliğin yapısını derinden bir kavrayış göze çarpar. Gülünç olanla dramatik olan, delilik ile akıl, iyilik ile kötülük birbirine karışır.

Uzun bir geçmişi olan ve bugün hâlâ okunmaya devam edilen romanlara “klasik roman” nitelemesi yapılır. O zaman Don Kişot’un da klasik bir roman olduğu söylenebilir. Burada, bir romanı klasik yapan şeyin ne olduğu tartışmasına girecek değilim. Nasıl oluyorsa oluyor, kimi romanlar, yazılışlarının üstünden yüzyıllar geçmiş olsa da, güncelliklerini koruyabiliyorlar. Suç ve Ceza, Madame Bovary, Oliver Twist gibi romanların yazıldıkları dönemlerden bu yana dünyamızın ne kadar değiştiğini bir düşünün. İmparatorluklar yıkılmış, endüstrileşme ve kapitalizm alabildiğine yaygınlaşmış, köylerde yaşayanlar kentlere göç etmiş, insanların günlük yaşam alışkanlıkları ve ruh halleri değişmiş… Bütün bu değişimlere rağmen; kimilerinin bilgi çağı, kimilerinin postmodern dönem diye adlandırdıkları bugünün dünyasında insanlar bu romanları okumaya devam ediyorlar. Daha da edecekler.

Şimdi, Don Kişot klasik bir romansa, onu yüzyıllardan bu yana birçok insan okumuş ve ondan etkilenmiş demektir. Ben de Don Kişot’u okuyanlardan ve etkilenenlerden biriyim.

İnsanın aklına ister istemez bizdeki eşkıya romanları ve filmleri geliyor. İnce Memed’i alın söz gelimi. Ya da Kemal Sunal filmlerini. Aynı adlı roman dizisinin kahramanı İnce Memed olsun, Kemal Sunal’ın canlandırdığı film karakterleri olsun, tıpkı Don Kişot gibi tek başlarına güçlülere karşı savaşırlar. Çoğu zaman da kazanırlar. Onlar halkın gözünde birer efsane olmuşlardır. Don Kişot’u klasikleştiren, biraz da ondan etkilenerek ve esinlenerek yaratılan yapıtlar değil midir?

Burada, Don Kişot’un yanında Sanço Panza karakteri üzerinde de özellikle durmak gerekir. Sanço Panza kimdir? Don Kişot’a sonuna kadar inanan, her koşulda onun yanında yer alan, Don Kişot’u bir an olsun yalnız bırakmayan bir yol ve kader arkadaşıdır o.

Her okurun kendini roman kahramanlarıyla özdeşleştirdiği gibi ben de bazen kendimi Don Kişot’a benzetmişimdir. Çok kitap okumak nasıl Don Kişot’un akıl sağlığını bozduysa, acaba okuduğum kitaplar yüzünden benim de aklımın bir kısmı eksilmiş olabilir mi diye düşündüğüm olmuştur. Geçmişte yaşadığım kimi serüvenler, aldığım riskler, çevremi şaşırtan kararlarım, kimilerince normal sayılmayan davranışlarım, kendimi Don Kişot’a benzettiğim hallerimden bazılarıdır.

Çok kitap okumanın insanın hayal gücünü geliştirdiği bilinir. Kimi insanların hayal güçleri ise doğuştan güçlüdür. Hayal gücünün, doğuştan ya da sonradan, fazla gelişmiş olması her zaman iyi bir şey midir? İşte orası kuşkuludur. Hayal gücünün fazla geliştiği durumlarda, gerçek dünyadan kopma, tamamen hayal dünyasında yaşama gibi bir tehlike yok mudur?

Örneğin kimi insanlar, geleceğe yönelik, olmayacak hayaller peşinde koşarlar ve bu hayallerinin bir gün mutlaka gerçekleşeceğine inanırlar. Bir gün mutlaka büyük ikramiye ona çıkacaktır. Çıktığında, çevresindeki sevdiği insanları da “görecek”, herkesi mutlu edecektir. Bu hayal, onun bugünkü yaşamının ayrılmaz bir parçası olmuştur. İşin kötü tarafı, nasılsa gelecekte bir gün zengin olacağım diye, bu insanların “etim ne, budum ne” demeyip haddinden fazla harcamalar yapmaları, bu yüzden de bazen iş ve aile düzenlerini bozmalarıdır. Vardır böyle kişiler, şöyle bir çevrenize bakın, siz de göreceksiniz.

Az önce dedim ki ben de bazen kendimi Don Kişot’a benzetiyorum. Eğer ben Don Kişot isem, benim Sanço Panza’m, hatta Sanço Panza’larım kimlerdir peki?

Onları anlatmaya ta lise dönemimden başlamalıyım.

Lisede okurken Cengiz adında bir sınıf arkadaşım vardı. Benim ileride ünlü bir politikacı olacağıma inanırdı. Ders aralarında yanıma gelir, elinde tuttuğu kalemi mikrofon niyetine bana uzatır, güncel olaylar hakkında benden “demeçler” alırdı. Gerçekte benim hiç Cengiz’in düşündüğü gibi bir niyetim yoktu. Tamam, günlük olayları yakından izlediğim doğruydu; gazete - dergi okuyan, TV haberlerini dikkatli izleyen biriydim. Bununla birlikte politikadan çok, dil ve edebiyatla ilgiliydim. Buna rağmen, sonunda bazı öğretmenlerim ve beni politikacı adayı olarak gören Cengiz, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne gitmem konusunda beni ikna ettiler.

Üniversitede okurken, çalışmakta olduğum Devlet İstatistik Enstitüsü’nde Mehmet adlı bir ağabeyle tanıştık. Yozgat’ın Yerköy ilçesindendi. Esmer, kara kuru, ufak tefek biriydi. Evliydi, çocukları vardı. Ankara’nın İncesu mahallesinde bir gecekonduda oturuyordu. Evini, asgari ücret düzeyindeki geliriyle geçindirmeye çalışıyordu. Sıkı bir Neşet Ertaş hayranıydı.
Babasıyla ilgili “kayıp” hikâyeleri anlatırdı bana. Babası, memleketteki evinden ikide bir çıkıp gidiyor; oğulları, akrabaları her defasında araya araya buluyorlardı onu. Mehmet’in yüzünden gülümseme hiç eksik olmazdı. Çalışma saatleri boyunca sürekli benimle beraberdi. Çay içmeye, yemek yemeye birlikte gider, molalarda sohbet ederdik. Bir gün İncesu’daki gecekondusuna davet etti beni. Eşi de kendisi gibi son derece içten bir insandı. O da Mehmet gibi güler yüzlü ve mutluydu. Üniversiteyi bitirip ben Devlet İstatistik Enstitüsü’nden ayrıldım, Mehmet orada devam etti. Sonra ne oldu bilmiyorum. Aramızdaki bağlantı koptu gitti. Onu hep yüzündeki gülümsemeyle, hiçbir koşulda mutluluğunu bozmamasıyla, o mütevazı evi ve ailesiyle hatırlayacağım.

Aradan yıllar geçti. 1987 yılı Mart ayı. Ankara’da bir banka şubesinde görevdeyim. Şubede servis yetkilisi olarak çalışan Tufan adlı bir arkadaşla tanışıyoruz. Uzun bir bekârlık döneminin ardından bir yıl kadar önce Aslı ile evlenmiş. Aslı, bankanın genel müdürlüğünde çalışıyor. Kısa süre önce de Umut adını verdikleri bir oğulları dünyaya gelmiş. Kavaklıdere semtinde kiralık bir evde oturuyorlar.

Tufan ile 1987 yılı Mart ayında başlayan dostluğumuz, o zamandan bu yana kesintisiz olarak devam etti. Ben hayatımda onun kadar iyimser, hayalci ve arkadaş canlısı birini görmedim. Bir gün at yarışından, sayısal lotodan ya da piyangodan voliyi vuracağına olan inancını hiçbir zaman yitirmemiş; kazanacağı büyük ikramiyenin bir bölümüyle bana lüks bir araba alacağı vaadini sürekli tekrarlayıp durmuştur. Ama onun bu iyimserliği ve hayalciliği, başına büyük işler açmış, kimi ‘sözde’ arkadaşlarının banka kredilerine kefil olması yüzünden onların büyük tutarlı borçlarını ödemek ve düzlüğe çıkabilmek için erken bir tarihte bankadan emekli olmak zorunda kalmıştır.

Şimdi yeniden Cemil Meriç’in, başta alıntıladığım sözüne dönelim. Ne diyordu Cemil Meriç? “Don Kişot’u kitaplar çıldırtmıştı, Beşir Fuad’ı kitaplar öldürdü.” Don Kişot’u kitapların çıldırttığını anladık da, kitaplar yüzünden ölmek nasıl bir şeydir, onu anlamadık. Ayrıca Beşir Fuad denilen bu kişi de kim ola ki? Açalım kitapları, bakalım:

Beşir Fuad, 1852–1887 yılları arasında yaşamış bir düşünür, eleştirmen ve yazardı. Şöyle düşünüyordu: Romantizm, manevi değerler, inançlar falan boş işlerdir. Esas olan nesnel olmaktır, gerçekçi olmaktır, maddeci olmaktır. Edebiyatçı da natüralist (doğalcı) anlayışla yazmalıdır ne yazacaksa.

O kadar gerçekçiydi ki, bileklerini keserek, hayatına kendi elleriyle son verdi. Ve işi iyice abartıp, ölümün nasıl bir şey olduğu hakkındaki izlenimlerini, bileklerinden akan kanla yazdı. Kendi kanıyla yazdığı izlenimler, ölümünden çok sonra, 1980’lerde yayımlanan İlk Türk Materyalisti Beşir Fuad’ın Mektupları adlı kitapta yer alır:

“Ameliyatımı icra ettim, hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. … Bundan daha tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı. “

Daha otuz beş yaşındaki bir adam, bileklerini keserek ölmeyi göze almakla ve akan kanını mürekkep gibi kullanıp yazmaya devam etmekle ne yapmaya çalışıyordu acaba?

Ben onun vermek istediği mesajı, kendi adıma şöyle algılıyorum: “Kardeşim, okudun mu, ölümüne okuyacaksın, yazdın mı ölümüne yazacaksın! Gerisi hikâye.”

Ve şunu anlıyorum ki, Beşir Fuad’ın Don Kişot’luğunun yanında benimki falan palavra…