Bu Blogda Ara

11 Haziran 2011 Cumartesi

Kuşluktan İkindiye Eminönü

Dünya tek bir ülke olsaydı başkenti İstanbul olurdu. - Napolyon

Bugün kahvaltımı açık havada yaptım. Bir tür “bahara merhaba” partisiydi bu. Eminönü’nde, Yenicami ile Mısır Çarşısı arasında kalan bahçede oturup, bir iki parça börek-çörek ve biraz peynir eşliğinde çayımı içerken, bir yandan da çevremdeki buram buram tarih kokan havayı doyasıya içime çektim. Bahar güneşi iliklerime kadar ısıtıyordu beni.


Buraya yaklaşık yarım saatlik bir vapur yolculuğundan sonra gelmiştim. Vapurun güvertesinde oturmuş, İstanbul’un o güzelim siluetiyle birlikte yol almıştım. Üstümde rahat giysiler, ayağımda yürüyüş ayakkabıları, elimde fotoğraf makinesi; uzaklardan İstanbul’u görmeye gelmiş bir gezgindim sanki.

Eminönü’ne ulaştığımda kuşluk vaktiydi. Bu saatlerde Eminönü sokakları tenha sayılırdı. Henüz sokak satıcıları tezgahlarını açmamışlardı. O tarihsel dokunun üstüne kara bir gölge gibi düşen battaniyelerini, çarşaflarını, çoraplarını, çamaşırlarını ortalık yerde çıkarıp sokaklara atmamışlardı daha. İstanbul’un her yerinden kopup gelen kalabalıklar; Yenicami çevresine, Mısır Çarşısı’na, Tahtakale sokaklarına yayılmak için günün kuşluktan öğleye dönmesini bekliyorlardı.

İnsanın inanası gelmiyordu: Bu oturduğum, kahvaltı ettiğim yer; bir zamanlar imparatorluklara başkentlik etmiş bir şehrin tam da orta göbeğinde, merkezindeydi. İstanbul ya da o zamanki adıyla Byzantion, yaklaşık 2700 yıl önce burada kurulmuştu.

İstanbul adının nereden geldiğini merak ettiniz mi hiç? Hep biliriz, kent Romalılar ve Bizanslılar döneminde Konstantinopolis adıyla anılıyordu. İstanbul adı ise Yunancada “kente doğru” anlamına gelen ve günlük konuşmada sık sık kullanılan “eis ten polin” sözünün, geçirdiği birkaç değişimden sonra aldığı biçimdi.

İstanbul adı, geniş anlamda İstanbul ilinin tümünü ifade etmek için, dar anlamda da İstanbul şehrinin kuruluş çekirdeği burası olduğundan, yalnız Eminönü bölgesini anlatmak için kullanılır. Anımsıyorum, yıllarca önce Kadıköy yakasındaki bir banka müdürü, görevle bulunduğum sırada birlikte sabah kahvesi içerken, öğleden sonra İstanbul’a gideceğini söylemişti de şaşırmıştım, “burası İstanbul değil mi?” diye sormuştum.

Kahvaltı etmekte olduğum bahçe sıradan bir bahçe sayılabilir miydi hiç? Özelliği; arkasında Roma, Bizans ve Osmanlı İmparatorluklarını bırakmış 2700 yıllık bir şehirde yer alması ve Osmanlılar döneminden kalma Yenicami Külliyesi’nin bir parçası olmasıydı. Bu külliye, Yenicami’yi, Hünkar Kasrını, Mısır Çarşısını ve Osmanlı padişahı IV. Mehmed (Avcı Mehmed) ile annesi Hatice Turhan Sultan’ın mezarlarının bulunduğu türbeyi de içine alan bir yapılar bütünüydü.

Külliye, Mimar Mustafa Ağa tarafından, IV. Mehmed’in annesi Hatice Turhan Sultan’ın isteğiyle yapılmış, 1663 yılında tamamlanmıştı. Bu yüzden Yenicami’ye Valide Camisi, Mısır Çarşısı’na Valide Çarşısı denildiği de olurdu.

Osmanlı sultanlarının namaz kılmaya gittikleri camilere selatin camisi denirdi. Bu camilerin ayrılmaz bir parçası da hünkar kasırlarıydı. Hünkar kasrı, padişahın namazdan önce ihtiyaçlarını giderdiği, dinlendiği, abdest aldığı “küçük” bir evdi aslında. Küçük dediysem, padişaha göre küçük demek istiyorum. Örneğin Yenicami’ye bitişik hünkar kasrı, içinde salonların, odaların bulunduğu üç katlı bir yapıdır. Padişah camiye, halkın kullandığı kapıdan girmez, hünkar kasrından açılan bir kapıdan geçerdi.

Mısır Çarşısı’na gelince; çarşıya Mısır Çarşısı adının verilmesi, burada daha çok Mısır’dan gelen baharatın satılmasındandı. Mısır Çarşısı, L biçiminde düzenlenmiş bir arastadır. Arasta, aynı türden mal satan dükkanlar topluluğu demektir. Arastalar, Osmanlı kent dokusu içinde, üstü kapalı bir sokağın iki yanında sıralanan dükkanlardan oluşan doğrusal düzendeki yapılardı. Mısır Çarşısının L biçiminde düzenlenmesinin nedeni, cami ile çarşı arasında o zamanlar pazaryeri olarak kullanılan dış avlu benzeri bir mekanı ortaya çıkarma isteğiydi.

Anlaşılıyordu ki, oturup çay içtiğim bahçe, eski bir pazar yeriydi.

20. yüzyılın ilk yarısında çevredeki küçük yapılar kaldırılıp Eminönü Meydanı düzenlenirken, Yenicami ile bu dış avlu arasından bir yol geçirilmiş, camiyi arasta ile türbeden ayrı koymuştu. Bu yolun külliyenin bütünlüğünü bozacağını kim düşünecekti ki? Kim düşünecekti, günün birinde bu yolun sokak satıcıları tarafından kaplanacağını; battaniyesini, çarşafını, çorabını, çamaşırını kapanın buraya serileceğini?

Yalnız sokaklar mı, bahçeler de, çarşılar da, her bir yerler kaplanmıştı, İstanbul’a yabancı, tarihe yabancı, dünyaya yabancı göçmenlerce. Köyünde kentinde tutunamayan insanlar İstanbul’da tutunmaya çalışıyorlardı yaşama. Bir lokma ekmek uğruna nerelerden sürüklenmişlerdi kim bilir? Geçmişin o çok değerli mirasını korumak, değerlendirmek, dünyayla paylaşmak gibi bir kaygımız olmadığı için, bu zenginlikleri bırakıvermiştik göçmenlerin eline, ne yaparlarsa yapsınlar diye. O tarihsel yapıların bakımsızlığını, o tarihsel çevrenin, birkaç kişinin para kazanma aracı haline getirildiğini görünce insanın içi acıyordu. Tam bir kirlenmeydi bu. Bu koşullarda, ne turist gelirdi bu memlekete, ne de yakında İstanbul diye bir şehir kalırdı.

Eminönü, tarihsel yapılarının zenginliği kadar, günümüzde de canlılığını koruyan eski bir ticaret merkezi ve liman semti olmasıyla da önemli elbette. Bunu bildiğim için, kahvaltım bitince çay bahçesinden kalktım, Mısır Çarşısının içini, dışını bir güzel gezdim. Ne han bıraktım, ne hamam; ne çarşı bıraktım, ne pazar. Tahtakale’de girmediğim sokak, görmediğim dükkan kalmadı neredeyse. Pasajlarda, iş hanlarının küçük odalarında, serin iç avlularda, hiç bitmeyen bir alış veriş, yoğun bir ticaret … Anadolu’dan mal almaya gelmiş tacirler … Büyük poşetlerde, hurçlarda mal taşıyan delikanlılar … Daracık sokaklardan geçmeye çalışan nakliye araçları …

Akla gelen her şey satılıyordu burada. Kapıya sineklik mi ararsınız buradaydı, kız çocuğunuzun saçına toka mı, oyuncak mı, kağıt mı, kahve mi, cam eşya mı, ahşap eşya mı, süs eşyası mı, spor malzemesi mi, sigara tabakası mı, urgan mı, hamak mı, burada.

Vakit ikindi olmuştu. Geri dönme zamanıydı. Çevredeki öteki tarihsel yapıları görmeyi ve Galata köprüsünün altındaki lokantalarda yemek yemeyi bir sonraki geziye bırakıp oradan ayrıldım. Bindiğim vapur, Kadıköy’e doğru yola çıkarken, dönüp Yenicami’ye bir kez daha baktım, zarif minarelerine el salladım.

(2004)