Bu Blogda Ara

2 Aralık 2010 Perşembe

Yazmak Üstüne

Edebiyat, önce sözlü olarak başlamış. Yazı bulunmazdan önce de edebiyat varmış demek ki, edebiyata ihtiyaç duyuluyormuş.

Edebiyata niye ihtiyaç duyulur? Her şeyden önce edebiyat bir ihtiyaç mıdır?


“Edebiyat yapmak” diye bir deyim vardır. Konuyu gereksiz yere uzatmak, laf kalabalığına boğmak, ağdalı sözlerle konunun özünden uzaklaşmak anlamında kullanılır bu deyim.

Benim sözünü edeceğim, bu tür bir edebiyat değil. Ben, yazı bulunmazdan önceki dönemlere dayanan, edebiyatla uğraşanlar için olsun, edebi yapıtları dinleyenler ya da okuyanlar için olsun, gerçek bir ihtiyaç olarak edebiyattan söz açacağım.

Edebiyat sözcüğü “yazın” olarak Türkçeleştirildi. Yazın sözcüğü, daha çok yazılı anlatım çağrışımı yapıyor insanda. Artık sözlü edebiyat dönemi bittiği için, yazın sözcüğünün kullanılmasında bir sakınca yok belki, yine de edebiyat, aynı zamanda tüm sözlü ve yazılı anlatım birikimini, başlangıçtan bugüne inceleyen bir bilim dalı olduğuna göre, “yazın” sözcüğünün tam kapsayamadığı bir anlam bölgesi var gibi geliyor bana. O açıdan yazın sözcüğü yerine edebiyat sözcüğünü kullanmak daha fazla içime siniyor doğrusu.

Tarihin derinliklerinde kalan sözlü anlatım birikiminin içinde kutsal kitaplar, destanlar, halk öyküleri, masallar, daha neler neler var...

İlyada ve Odyssea destanı, sözlü olarak yaratılan bir yapıt örneğin. Yaratıcısının, Eski Yunan’da yaşayan Homeros olduğu sanılıyor. Yaratıldığı dönemden bu yana tüm edebiyatı etkilemiş bir yapıt bu. Yanı sıra, İncil ve Tevrat’ın değişik söyleniş biçimlerinin bir araya getirilmesinden oluşan Kitab-ı Mukaddes var. Bu kitaptaki öyküler de, çağlardan beri edebiyatçılara esin kaynağı olmaya devam ediyor.

Bizde de sözlü anlatım geleneği güçlüdür. Destanlar, masallar, halk öyküleri, sözlü edebiyat geleneğimizin önemli unsurlarıdır. Bugünün edebiyatçıları için bile vazgeçilemez bir yapıt geliyor hemen aklıma: Dede Korkut Öyküleri.
Kırgızların Manas destanını ezbere okuyan kişilere “manasçı” deniyormuş. Tıpkı Kuran’ı ezbere okuyan kişilere hafız denildiği gibi. Köylerde hafızlara ismiyle değil “hafız” unvanıyla hitap edilir. Doktor bey, eczacı hanım, savcı bey, müfettiş bey, müdire hanım hitaplarındaki gibi bir saygı ifadesidir bu.

Yazılı anlatım geleneğinin, basılı kitapların, kayıt tutma alışkanlığının olmadığı çağlarda kutsal kitapların ya da destanların ezberlenmesi, bunların canlı kaynaklar yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılmasına hizmet ediyormuş.

Sonra yazı bulunmuş. Yazının bulunması, uygarlığın da başlangıcı sayılır.

Yazının bulunmasından önce yaratılan sözlü edebiyat ürünlerinin bugüne ulaşması, yazıya dökülmeleri sayesinde olmuş. Yazı bulunmasaydı ya da sözlü edebiyat yapıtları yazılı hale getirilmeseydi bugün belki edebiyat diye bir uğraş, bir bilim dalı da olmazdı. Edebiyat sözcüğünün Türkçe’de “yazın” olarak karşılanması, bu açıdan bakıldığında biraz daha anlamlı geliyor sanki.

Baştaki soruya yeniden dönersek; edebiyat bir ihtiyaçtır, evet.

Neden ihtiyaç duyulur edebiyata ve kimin tarafından?

Edebiyat, öncelikle bir iletişim yoludur. Tek başına edebiyat yapılmaz. En az iki kişi gereklidir edebiyat için: Biri anlatacak, öbürü dinleyecektir; biri yazacak, öbürü okuyacaktır.

Yalnızca bir iletişim yolu olarak değil, güzel sanatların bir dalı olarak da ihtiyaç duyulur edebiyata. İnsanlar plastik sanatlara, sahne sanatlarına, grafik sanatlara vb. neden ihtiyaç duyuyorlarsa, edebiyata da o yüzden ihtiyaç duyarlar. Şöyle de söylenebilir: İnsanların yalnız yemeye, içmeye, sığınmaya değil, estetik açıdan da doyurulmaya ihtiyaçları vardır (Estetik sözcüğüne, Türkçe karşılık olarak “güzelduyu” sözcüğü önerilmişti, tuttu sayılır).

Beni asıl ilgilendiren ve üzerinde düşünmek istediğim konu; sanat dallarında, özellikle edebiyatta, kişiyi, yapıtlar ortaya koymaya, anlatıcı tarafında yer almaya, yaratıcılığa iten nedir konusu. Ne tür bir kaygıyla, ne tür bir ihtiyaçla yapıt verir bir sanatçı, özellikle de edebiyatçı, bunu merak ediyorum. Hadi diyelim, dinleyici, izleyici, okur; güzelduyusal (estetik) açıdan doyurulma ihtiyacı duyuyor; peki yazar, ressam, heykelci, besteci, yorumcu neyin ihtiyacını duyuyor? Asıl soru budur işte.

Konuyu daraltıp, yalnız edebiyat çerçevesinde ve yazarın bakış açısıyla ele alırsak şu sonuca varırız: Her şeyden önce anlatmak istediği bir şey olmalıdır yazarın. Anlatmak istediği şeyi de ancak bir edebi biçime büründürerek; şiir olarak, öykü olarak, deneme olarak, roman olarak anlatabilmelidir. Başka türlü anlatamamalıdır yani. İşte edebiyat sanatının ortaya çıkmasının temel nedeni budur. Anlatma ihtiyacının varlığı bir, anlatılacak şeyin başka türlü değil, bir edebi biçim altında anlatılabilmesi, iki.

Yazmak; biraz, başka türlü dışa vurulamayan duygu coşkunluklarının kendiliğinden, neredeyse bir patlama şeklinde kağıda dökülmesidir; biraz birikimlerin paylaşılmasıdır; biraz da yazarın, kendisini yazmaya zorlayan şeyi aramaya çıkmasıdır.

Yıllarca önce büyük yazar Yaşar Kemal’e “yaşadıklarınızı mı, duygularınızı mı, neyi yazıyorsunuz?” diye sormuştum. Yaşar Kemal’in bu soruya yanıtı, “ben sadece düşündüklerimi yazarım” olmuştu.

Belki de yazmanın asıl önemli boyutu, kendi dilini arayıp bulmayı gerektirmesidir.

Yazmak, aynı zamanda bir düşünme biçimidir de. Yazma eyleminde konuşmanın savrukluğu yoktur. Düşündüklerini düzenli biçimde yazıya dökebilen insan, bir bakıma düzenli düşünebilen insandır.

Yazı, yazarın elinden çıktıktan sonra artık okura aittir. Okur, yazıya, yazarın düşünmediği kadar derin anlamlar yükleyebilir. Bir bakıma okur tarafından paylaşılmış bir yazı, yazarın elinden çıktığı andaki yazıya göre daha değerlidir artık.

Yazılan ve okunan, sonra tekrar yazılan yazılarla, hem yaşamlar değerlenir, hem yazılar.

Başka bir şey daha var: Yazı yazmak, özellikle edebi bir biçimde yazmak, yazmaya çalışmak; yazanı da son derecede tatmin ediyor. Güzelduyusal bir tatminin ötesinde bir şey bu. Maslow’un o çok bilinen ihtiyaçlar hiyerarşisinde en üst basamakta yer alan “kendini gerçekleştirme” ihtiyacı vardır ya, işte onu tatmin etmiş oluyor yazar aslında.
Kimi çok para kazanarak, kimi işinde yükselerek, kimi sosyal çevresini genişleterek kendini gerçekleştirir; yazarlar da yazarak giderirler bu ihtiyaçlarını. Mutluluğun yolu yazmaktır onlar için, yazmadan duramazlar.

Her şeye karşın, yazılı anlatımın olanaklarının tükendiği zamanlar yok mudur? Karşınızdaki insanın yüzüne bakarak söylenmesi gereken şeyleri, yazılı olarak nasıl anlatırsınız?

Hangi roman, hangi öykü, hangi şiir, içten bir gülümsemenin yerini tutabilir ki?