Kahve önünden yarenleriyle gezgin bir derviş geçiyordu. Rahvan yürüyüşlü, kara donlu bir ata binmişler, kahvedekilere selam vere vere giderlerken yayvan şapkalı bir köylü önlerine çıktı, evine çağırdı onları. “Nereden gelip nereye gidersiniz?” diye sordu, “bir ayranımızı için, yoğurdumuzu yiyin, biraz soluklanın hele” dedi.
Köylünün karısı, konukları bahçe kapısında karşıladı, gidip hemen bir aş vurdu ocağa.
Evin oğlu, atın başını tutup konukların inmelerini bekledi. Atı ahıra götürdü sonra. Köylü ile konukları, yüklükten indirilip hayata serilen yumuşak minderler üstüne bağdaş kurup oturdular.
Soğuk sular, buzlu ayranlar, demli çaylar içildi. Olmuş olanlardan, olmakta olanlardan, olacak olanlardan konuşuldu. Uzadıkça koyulaştı sohbet, koyulaştıkça uzadı; güllü ballı bir hal aldı.
Dervişle yarenleri, ev sahiplerine, yolculukları boyunca başlarından geçen serüvenleri anlattılar.
Bir gece, kendilerini, çakan şimşekler de olmasa büsbütün karanlığa gömülecek mahşer yeri gibi kalabalık bir meydanda bulmuşlar sözgelimi. Dam başına benzer bir yerde, üstü başı perişan bir genç, hiçbir şeye aldırmayıp, durmadan davul tokmaklıyormuş. Kalabalığı yara yara ilerleyip, yüzü dervişe tanıdık gelen o gence ulaşmaya çalışmışlar, ama bekçiler kimsenin fazla yaklaşmasını istemiyorlarmış. Kalabalık, davulun ritmiyle esrimiş, bir o yana, bir bu yana salınıyormuş. Ellerini bir uzatıp bir çekiyorlarmış; saçlarını savuruyor, başlarını sağa, sola, aşağı, yukarı döndürüyorlarmış. Ayakları üstünde yaylanıp duruyorlarmış. Oralarını buralarını dövüp tempo tutuyorlarmış. Tek vücut olmuşlar, bir ayini gerçekleştiriyorlarmış sanki.
Aynı gece miymiş, başka bir gece mi ne, izbe bir mahzene indirmişler bunları. “Bu gece burada yatacaksınız” demişler. Gelgelelim, görünürde ne bir sedir varmış, ne bir yer yatağı; yatmaya ne bir çul, ne de bir hasır. Beyaz bir dumanla kaplıymış her yer, göz gözü görmüyormuş. Bir köşede ayakta duran bir adamın yanına varmışlar; adam, “alın için şunları, içince ne uyku ararsınız, ne tünek” deyip dervişle yarenlerinin eline birer cam tutuşturmuş. Adamın verdiklerini içtikçe bizimkilerin uykuları da dağılmış, ortalığı kaplayan beyaz duman da… Etrafta başka insanların da olduğunu işte o zaman görmüşler.
“Biz açıldıkça, onlar uyuşuyorlardı” diye anlatmayı sürdürdü derviş. “Oysa bir merdiven basamağı kadar yüksekte, çalgılar eşliğinde güzel ezgiler seslendiren ince ve gizemli bir kadın, oradakileri canlandırmak için canını dişine takıyordu. Köşedeki ayakta duran adamın yareniydi belli ki; onların yarenliklerini, ellerine birer cam tutuşturulan insanların, aldıkları her yudumla uyuşukluklarından sıyrılması umudu besliyordu, bir de çalgılar eşliğinde seslendirilen o güzel ezgiler.”
Köylü, karısı, oğlu, dervişin anlattıklarını ilgiyle dinlemeye devam ediyorlardı.
Vakit akşamüstüne yaklaşıyordu. Koyunların dönme zamanıydı. Karşı yamaçta beliren ak dibek taşları, canlanıp aniden, çoban köpekleri eşliğinde ağıllarına dönen koyunlara dönüştüler.
Köylünün karısı pişmekte olan aşı ocaktan alıp, kurduğu sofraya getirdi. Buzlu ayranların, demli çayların acıktırdığı konuklar, tencereye iştahla kaşık salladılar.
Köylü aldı sözü; o da yolculuklardan açtı. Balkan topraklarından Anadolu’ya, Anadolu’dan Balkan topraklarına uzanan yollardan, yolculuklardan…
Yolcu yolunda gerekti. Yarenleri, dervişe artık gitmeleri gerektiğini söylediler.
Sulak vadilerde dura dura, dörtnala at sürerlerken, bir medreseye düştü yolları. Bu kez, yol öykülerini müderrislere, medrese öğrencilerine anlattılar
Birinde, bakire kraliçe Elizabeth’in ülkesine de yolculuk etmişler meğer. William Shakespeare ile İngiliz kahvelerinde oturmuşlukları, birlikte, içinde oyunlar sahnelenen bir kahvenin hayalini kurdukları bile olmuş. Ayrılırlarken Shakespeare’i İstanbul’a, Eyüp sırtlarındaki Haliç manzaralı kahveye davet etmişler. Shakespeare bir şartla kabul etmiş bu daveti: “İçeceğim kahvenin falına bakacak iyi bir falcı varsa gelirim” demiş.
Sonra da eklemiş: “Olmak ya da olmamak, işte bütün sorun bu”.