Bu Blogda Ara

3 Aralık 2010 Cuma

Hayat Biraz Karşıtlıklar Üzerine Kuruludur

Hayat biraz da karşıtlıklar üzerine kuruludur. En başta yaşam-ölüm karşıtlığı üzerine… Hayattaki karşıtlıkların tamamını kapsamak savıyla bir şeyler söylemek, bir insan beyninin sınırlı zihinsel kapasitesi için fazla iddialı olacağından, bu karşıtlıkları teker teker ele almak daha akılcı bir yaklaşım olabilir.


Örneğin bundan otuz-kırk yıl önceki davranış biçimleri ve değer yargıları ile bugünküler arasındaki karşıtlıkları ele almak, daha az iddialı, dolayısıyla daha kolay sonuca ulaşacak bir yöntem olarak düşünülebilir. Aynı şekilde, büyük kentlerde yaşayanların hayata bakış açıları ile taşradakilerin bakış açıları arasındaki farklara bakmak, insan beynini çok da fazla zorlamayabilir.

Zaman ve mekân boyutunun, olayları ve olguları değerlendirirken bir kez daha karşımıza çıkmasından başka bir şey değildir bu.

Davranış biçimlerini, değer yargılarını, bakış açılarını iyice özgül kılabilmek için konuyu daraltarak kadın-erkek ilişkilerine indirgemek daha da yararlı olabilir. Acaba bundan otuz-kırk yıl öncesiyle bugün arasında, kadın erkek ilişkilerine bakış açısı anlamında ne gibi karşıtlıklar vardır? Bırakın otuz-kırk yıl öncesini, bugün, kentsel nüfus ile kırsal nüfus, kadın erkek ilişkilerine ne ölçüde farklı bakmaktadır? Bu da yetmez; kentsel nüfus dediğimiz yığın, kadın-erkek ilişkilerini değerlendirme biçimleri açısından kendi içinde türdeş midir, değil midir?

Gene de bunlar, başlı başına uzun araştırmaları, bilimsel çalışmaları gerektirecek kadar derin sorulardır.

Ancak, uzun uzadıya araştırmalara, ayrıntılı çözümlemelere girmeden de söylenebilecek şeyler vardır: Kadın-erkek ilişkilerine bakış, otuz-kırk yıl öncesine göre bugün farklıdır. Kentsel kültürün konuya bakışı ile kırsal kültürün bakışı da bir değildir. Otuz-kırk önce de bir değildi, bugün de bir değildir.

Bu noktada benim bir savım var: Ben diyorum ki; mekân boyutundaki farklıklar, zaman boyutundaki farklılıklardan daha derin, daha göze görünür düzeydedir. Bu sav, herhangi bir araştırmaya dayanmamakta; sadece gözleme ve sezgiye, biraz da kırsal kökenli bir aileden gelip kentte büyümekten ve son otuz-kırk yılı fiilen ve bilinçli olarak yaşamaktan gelen bir güvene dayanmaktadır.

Şöyle bir şeydir bu: Anadolu’nun ücra bir köyünde yaşayan herhangi bir genç kızın, yine o köydeki bir delikanlıyla flört etmesi otuz yıl önce ne kadar zorsa, bugün de o kadar zordur. Bütün bir köy halkı, bir kız ile erkek arasındaki olası bir flörtü engellemeye koşullanmıştır. Diyeceksiniz ki, o zamandan beri televizyon çıktı, ulaşım ve haberleşme olanakları arttı, kentlerle köyler arasındaki ayrım azaldı; bütün bunlara rağmen bir şey değişmedi mi? Bilmiyorum, ama en azından köyde kalanlar için, fazla bir şey değişmedi gibi geliyor bana. Köyden kente göç edenlere gelince onların durumu ayrıca ele alınmaya değer.

Şimdi bir de konuya kentte yaşayanlar açısından bakalım. Kentlerde otuz yıl önce de flört vardı, bugün de var. Kentlerin, kısmen kırsal kültürün etkisindeki kenar semtleri için de, sonuçta bu semtler o kentin bir parçası olduğundan, analar-babalar ne kadar engellemeye çalışsa da, flört olgusu, o zaman da kaçınılmazdı, bugün de öyledir.

Analarından babalarından ayrılan, örneğin başka kentlere çalışmaya ya da okumaya giden gençler için ise durum, otuz yıl önce olduğu gibi bugün de flört etmeye iyice elverişlidir. Flört etme biçimleri otuz yıl içinde epeyce değişmiştir kuşkusuz, ama temelde çok da fazla bir şeyin değiştiğini söyleyemeyiz. Bir büyük kentte, flört eden iki üniversiteli gencin, özellikle aileleri başka şehirdeyse aynı evde yaşaması doğaldır, çoğunlukla ailelerin ruhu bile duymaz bunu. Otuz yıl önce de bunun böyle olmasında şaşılacak bir şey yoktur bence. Belki bu durumu, otuz yıllık bir zaman diliminin, toplumsal değişme açısından o kadar da uzun bir süre olmamasıyla açıklamak mümkün olabilir.

Şöyle bir örnek, mekân boyutunun, bazen zamandan bağımsız olarak toplumların yaşama biçimlerini belirlediği savına destek olabilir: Antropologlar ve toplumbilimciler bugün, içinde bulunduğumuz yirmi birinci yüzyılda dünyanın orasında burasında hâlâ ilkel topluluklara rastlayabiliyorlar. İnsanlığın kaydettiği bunca ilerlemeye, biriktirdiği bunca bilgiye, teknolojinin bunca gelişmişliğine karşın, böyle ilkel bir yaşama tarzını sürdüren topluluklar olması, ne kadar şaşırtıcıdır. Demek o topluluklar, dünyanın geri kalanından o kadar yalıtılmış bir hayat yaşıyorlar ki, barınma, beslenme, giyinme, eğitim, işbölümü gibi temel bireysel ve toplumsal etkinlikler açısından henüz ilk çağ düzeyinden daha ileri gidememişler. Garip, ama gerçek.

İşte, Anadolu’nun ücra bir köyünde yaşayan insan topluluğu da, büyük kentlerde neler olup bittiğinden habersiz, ya da olanlara gözünü kapayıp, kadın-erkek ilişkilerine böylesi geri bir anlayışla yaklaşmaktadır diyebiliriz.

Ona bakarsanız, ülkeler arasındaki farklar, çoğu zaman bir ülkenin kendi içindeki karşıtlıklardan daha derin olabiliyor. 1960’lı yıllardan başlayarak köylerimizden kalkıp Avrupa’nın değişik ülkelerine çalışmaya giden evli ya da bekâr delikanlılarımız, boşuna mı, oralardaki kadınların, varır varmaz üstlerine atlayacağını sanıyorlardı? Ve Türk erkeklerinin çoğu, hâlâ yabancı kadınların bizimkilere göre daha serbest, dolayısıyla daha “kolay” olduğunu düşünmüyorlar mı? Ne düşünürlerse düşünsünler, batılı ülkelerdeki kadın-erkek ilişkilerinin bizim gibi toplumlardaki kadın-erkek ilişkilerine göre daha sağlıklı yürüdüğü bir gerçek.

Sözün özü şu: Biz istediğimiz kadar bir yerlerimizi yırtalım, yararı yok. Ülkemizin ve toplumumuzun gelişmişlik düzeyi bellidir. Elin oğlu, bizden çok önce çözmüş bu sorunları. Kızlarla erkekler flört ediyormuş, aynı evde yaşıyorlarmış, kızlar bekâretlerini veriyorlarmış falan. Kimsenin umurunda bile değil.

Üniversitede çalıştığım sıralarda, orada okutmanlık yapan bir hanım arkadaş ile tanışmıştım. Zaman zaman öğle yemeklerinde bir araya gelirdik. Bir gün bana eski erkek arkadaşından söz ederken, ona her şeyini, genç kızlığını bile verdiğini anlatmıştı. Şimdi durup dururken bana bunu niye anlattı diye düşünürken bir anda olayı çözmüştüm: Genç kızlar için bekâret hâlâ önemini koruyordu demek. En azından Türkiye’de böyleydi bu. Neyse ki bu kız sonradan bekârete kimsenin önem vermediği Amerika Birleşik Devletleri’ne gidecek, orada Orta Doğulu bir erkekle evlenecekti. Düşünüyorum da, bu ikisi, kızın ya da erkeğin ülkesinde bir araya gelmiş olsalardı evlenebilecekler miydi acaba? Bir ihtimal, bekâret konusu, önlerine önemli bir engel olarak çıkacak, evlenemeyeceklerdi. Onların şansı Amerika Birleşik Devletleri’nde bir araya gelmeleriydi.

Görüyor musunuz, mekân boyutunun olay ve olgular üzerindeki etkisini?

(2008)