Bu Blogda Ara

17 Aralık 2010 Cuma

Hüseyin Rahmi ve "Kaynanam Nasıl Kudurdu?"

Hüseyin Rahmi’nin Roman Anlayışı

Hüseyin Rahmi, anneannesinin Aksaray’daki konağında dadılar arasında geçen çocukluk ve gençlik yıllarında İstanbul yaşamının bütün inceliklerini görmüş, ev kadınlarının iç dünyalarına girerek onların çeşitli konulardaki görüşlerini öğrenmiş, İstanbul Türkçesini bütün incelikleriyle kavramıştır. Balzac, Musset, Bourget, Maupassant, Daudet gibi yazarlardan ve Voltaire, Schopenhauer, Nietzsche gibi düşünürlerden etkilenmiş, Türk halk edebiyatından da büyük ölçüde yararlanmıştır. Romanı, ahlakın aynası olarak görmüş, olabildiğince geniş bir okur kitlesinin anlayabileceği bir dil kullanmıştır. Edebiyatın, ancak dilde yalınlığın öneminin anlaşılmasından sonra başlayacağı görüşünü öne sürmüş, çok okunan bir yazar olmasının nedenini, kendine özgü, açık ve yalın üslubuna bağlamıştır.


Yapıtlarında genel olarak toplumsal ve ekonomik eşitsizlikleri, kadın-erkek ilişkilerini ve din sorunlarını konu alan Hüseyin Rahmi’nin yaşama bakışı karamsardır. Zeki ve kurnazların, saf ve cahilleri kandırarak işlerini yürüttükleri bir düzenden kurtulmak için akılcı düşüncenin gelişmesi gerektiğini savunmuştur. Çevre olarak, dar sokakları, konakları, yalıları, mesire yerleri, çarşıları, pazarlarıyla yalnızca İstanbul’u ele almıştır. En başarılı yanlarından biri, külhanbeyler, alafranga züppeler, fahişeler, hanımefendiler, mahalle kadınları, paşalar, kalem efendileri, beslemeler, tulumbacılar, bekçiler, arabacılar vb’den oluşan kalabalık kahramanlar kadrosunu sonsuz bir devingenlik içinde yansıtmasıdır. Romanlarında daha çok olay ve karakterlere ağırlık vermiş, çevre betimlemeleri üzerinde durmamış, hatta bazen olayın geçtiği yerin adını bile belirtmemiştir. Kahramanlarını kendi şiveleriyle konuşturmakta büyük ustalık göstermiştir. Yapıtları bir bakıma, eski İstanbul yaşamı ve gelenekleriyle ilgili eşsiz belgeler niteliğindedir.

Töre romanı olarak adlandırılabilecek romanlarında Zola’nın deneysel roman yöntemini benimsemiş ve kendisine “Türklerin Emile Zola’sı” dedirtecek kadar titiz gözlemciliğiyle dikkati çekmiştir.

Bir başka görüşe göre ise Hüseyin Rahmi’nin yapıtlarında yalnız natüralizm ve realizmin değil bütün edebi akımların etkisi görülür. Yapıtlarında gözlem kadar, düş gücü, buluş, ansiklopedik bilgi ve fantezinin de büyük payı vardır.

Romanlarının çoğunda, kişilerini, ortaya koymak istediği belirli bir insan ve toplum görüşünü göz önünde tutarak şematik kalıplara göre yaratmıştır. Bu açıdan onun roman kişileri, birer karakter olmaktan çok birer tiptir denilebilir.

Bu tiplerden en çok dikkati çekenler;

1. Alafrangalar ve onları istismar eden Fransız fahişeleri,
2. Batıl inanca göre hareket edenler ve onları çeşitli bakımlardan istismar eden kişiler,
3. Ahlak ve namusa büyük değer verenlerle içgüdülerine göre hareket eden ve bunu hayat felsefesi haline getirenlerdir.

Hüseyin Rahmi, Türkiye’nin Tanzimat’tan sonra geçirdiği toplumsal sorunları içine alan bir tek roman yazmış gibidir ve buna da belirli bir insan ve toplum görüşü egemendir. Bununla birlikte onun romanlarında roman sanatının tip yaratma, canlı konuşmalar ve sahneler düzenleme, güldürü gibi öğeleri başarılı biçimde kullanılmıştır.

Evlere Şenlik Kaynanam Nasıl Kudurdu?

Yazarın 1922 yılında yazdığı ve 1927 yılında yayımlanan ”Evlere Şenlik Kaynanam Nasıl Kudurdu?” adlı roman, yazarın öteki romanlarında da yer alan şematik tiplerden birini; içgüdülerine göre hareket eden ve bunu hayat felsefesi haline getiren orta yaşı aşkın bir kadını ve onun çevresindeki aile bireylerini konu alır

a) Özet

Kocasının ölümü ile onun tüm mirasına konan Makbule Hanım, 55 yaşlarında, cinsel içgüdüleri kuvvetli ve toplumun ahlak kurallarını hiçe sayan bir kadındır. Sahibi olduğu konakta, bekar oğlu Ali Harun, kızı Vehibe, damadı Osman Zihni, torunları, kendisinin koruması gibi çalışan Azmiye ve çok sayıda uşak ve hizmetçiyle bir arada yaşamaktadır. Vassaf adında 26 yaşında bir avukat sık sık eve gelmekte ve Makbule Hanım ile alem yapmaktadır. Makbule Hanım, cinsel arzularını Vassaf ile gidermekte, onunla evlenme hayalleri kurmaktadır. Hem, annelerinin yabancı bir erkeği eve almasını, hem de evlenmeleri halinde tüm malvarlığının Vassaf’a kalacak olmasını içlerine sindiremeyen Ali Harun, Osman Zihni ve Vehibe, Vassaf’ı evden uzaklaştırmak ve bu evliliği engellemek için çareler ararlar.

Bu amaçla Osman Zihni ile Vehibe bir yıldız falcısına bile giderler. Ali Harun, içip içip eve gelmekte, sık sık annesini öldüreceğini söylemektedir.

Son çare olarak Ali Harun, arkadaşı Doktor Cafer’in yardımıyla bir oyun düzenler. Bir köpek tarafından ısırıldığını ve kuduz olduğunu, yakında öleceğini söyler, hasta numarası yapar. Oğlunun ölüm döşeğinde (!) olduğunu gören Makbule Hanım, oğlunun odasında onu ziyaret ettiği sırada, Ali Harun annesini boynundan ısırır. Bu olayı duyan Vassaf, Makbule Hanım’ın kudurarak kendisini de ısıracağı korkusuyla evden uzaklaşır ve evlenmekten vazgeçer. Bunun üzerine Vassaf’ın peşine düşen Makbule Hanım, onu yakalayıp ısırır.

Gerçekte bütün bunlar bir oyundur. Hiç kimse kuduz falan değildir. Bu olay, Makbule Hanım’a, Vassaf’ın kendisiyle parası için birlikte olduğu yönünde iyi bir ders olur ve 50 yaşlarında bir adamla evlendirilir. Ali Harun da sevgilisi Dürdane ile evlenir. Böylece ev halkı konaktan kovulmaktan kurtulmuş olur.

b) Değerlendirme

Kısa bir yapıt olan ve gevşek ve basit bir olay örgüsü üzerine kurulan “Kaynanam Nasıl Kudurdu?” romanında, Makbule kişiliğinde, aşkı ve cinselliği hayatının merkezine koyan, aile ve toplum değerlerini tutkuları uğruna yok sayan bir tip, biraz da abartılı bir biçimde canlandırılır. Makbule’nin, o günkü, hatta bugünkü toplum koşullarına göre bile çevresinden dışlanmasına yol açacak davranışlarının böyle abartılı bir biçimde verilmesi; yazarın, aşka ve cinselliğe olumsuz bakışının ve bu duyuların gerek kişiye, gerekse çevresine ne gibi zararlar verebileceği görüşünün bir sonucudur.

Romancı, olayların gidişatını anlatırken zaman zaman araya girip toplum sorunları, siyasal kişiler ve olaylar hakkındaki görüşlerini açıklar. Bu araya girişlerin bir kısmı romandaki olaylarla ilgili olsa da bir kısmının romandaki olaylarla birebir bağlantısını kurmak ve neden bu kadar uzun tutulduğunu anlamak zordur.

Romandaki olaylarla ilgili sayılabilecek “felsefi” bir pasaj 64-67. sayfalarda yer almaktadır. Bu pasajdan alınan ve aşağıda yer verilen cümlelerde bile, yazarın bir an için romandan koptuğu izlenebilir:

“Bütün dünya meselelerinde olduğu gibi, meleklerle şeytanlar boğuşuyordu. Bu garip işler aleminde sadece ne tam iyilik kabildir, ne de tam fesat… Hayat daima bu ikisinin çarpışmasından çeşni alır. Şeytanlar olmasaydı, melekler iblisleşir; melekler olmasaydı, iblisler melekleşirdi.”

“Anladık ki, hak kuvvettir. Peki, amenna, fakat kuvvet sabit bir şey değildir. …Siyaset ufkunda ebedi bir parlaklıkla kalacak bir yıldızın vücudunu hiçbir akıl, ilim ve fen kabul edemez. En büyük milletleri düşüren şey, toptan tüfekten ziyade işledikleri hatalar, yaptıkları akılsızlıklardır.”

Kitabın 74. ve 75. sayfalarında yer alan pasajın ise romanla ilgisini kurabilmek neredeyse imkansızdır. Yazar, bu cümleleri yazarken bir roman mı, yoksa bir köşe yazısı mı yazdığını karıştırmış gibidir:

“…Bir insan müspet ilimlerde ve gizli ilimlerde çok bilgin olabilmek için saça sakala kır serpmeli, en aşağıdan, kırk beşi, elliyi bulmalıdır. Ama bizim İstanbul’un havası çok bereketlidir. Balkabakları, ayçiçekleri çabuk yetişir. İnsan burada, …yirmi sekizinde başkumandan olur. On sekiz devlete karşı harp idare eder. Milyonlarca insanı şehadet rütbesine erdirmekle büyük nam kazanır, meşhur olur.”

Osman Zihni Bey’in bu konuşmasına eşinin verdiği “Bey, yine nereden nereye coştun? Biz kendi derdimize bakalım, canım…” şeklindeki karşılık, yazarın da romandan uzaklaştığının farkına vardığını ve bir bakıma kendi kendine bir çimdik attığını göstermektedir.

Romanın ana teması, kadın-erkek ilişkileri, aşk, cinsellik ve para tutkusu olmakla birlikte, falcıya gitme epizodu ile batıl inançlara yönelik eleştiri de gündeme getirilir.

Yukarıda da belirtildiği gibi, romanda birer yama gibi duran felsefi araya girişlerle yazar, yalnız romanın ana teması çerçevesinde değil, daha geniş bir çerçevede siyasal ve toplumsal görüşlerini açıklamaktan geri durmaz. Bu tutumu, Hüseyin Rahmi’nin, edebiyatı halk eğitiminin bir aracı ve görüşlerini açıklamanın bir platformu gibi görme eğiliminin bir sonucu olsa gerektir.

c) Kurgu

Romanın düz ve basit bir kurgusu vardır. Olaylar nasıl ve hangi sırayla cereyan ediyorsa aynı sırayla aktarılmıştır. Bununla birlikte; başlangıçta annesini öldürme planları yapıyormuş gibi gösterilen Ali Harun’un, Doktor Cafer ile işbirliği yaparak düzenlediği kudurma oyununun sonlara doğru ön plana çıkarılması yoluyla gerilim öğesi ustaca kullanılmıştır.

d) Dil ve Anlatım

Makbule Hanım’ın damadı Osman Zihni Bey’in ağzından “ben anlatıcı” anlatımıyla yazılan roman, yalın bir dile, kolay okunur bir üsluba ve diyaloglara ağırlık veren bir yapıya sahiptir. Romanın başında yer verilen “Osman Zihni Bey’in yazara verdiği yazılardan aktarılmış sayfalar” ibaresi ile ve olayların onun ağzından aktarılmasıyla, romanın gerçek bir olaydan yola çıkılarak yazıldığı izlenimi yaratılmak istenmiştir. Öte yandan, yazar, roman boyunca gerek olayları, gerekse felsefi görüşlerini aktarırken mizah unsurundan da sürekli olarak yararlanmıştır.