Bu Blogda Ara

1 Aralık 2010 Çarşamba

Yollarda

Ne güzeldir yollarda olmak şimdi.

Ben yollarda olmayı seviyorum. Bir yere varmak değil bir yere gitmek daha çok heyecan veriyor bana. Haritalardaki çizgiler, gerçek birer yola dönüşsünler istiyorum. Küçüklü büyüklü noktaların birer şehre, birer kasabaya bürünmüş hallerini görmek istiyorum. O şehirlerin, kasabaların içinden geçmek, oralarda yaşayanlara uzaktan el sallamak, onları kendi yaşamlarıyla baş başa bırakmak yine.


Yol kıyısında tek tük görülen duyuru tabelaları çoğalmaya başladı mı, bir şehre, bir ilçeye yaklaşıyorsunuz demektir. Bunların en sevimlileri otel duyurularıdır. O şehirdeki eviniz olmaya adaydırlar hepsi de. Şehir merkezindedir, kaloriferlidir, yaz-kış hizmetinizdedir.

Ben bir yerde evim olmasını istemiyorum ki. Benim istediğim, yollarda olmak. Yolumun düştüğü, kendisini görmeye gelen gezginlere iyi davranan güzel şehirlerde birer ikişer gün konuk olurum belki.

Bir gün çıkarım yola, yollar beni nereye götürürse oraya giderim. Şehzadeler şehrini mi görmek istiyorum, oraya, Gazi Osman’ın kentini mi merak ettim, oraya, aklıma neresi eserse. Oradan inerim güneye doğru, saraya damat duran İbrahim’in peri bacalarıyla ünlü memleketini ziyaret ederim. Toroslar'a sararım sonra, “Çukurova’nın düzüne” inerim.

İpek Yolu’ndan da geçerim, Ilgaz Dağlarının eteklerinden de. Çekerek Vadisi’nden de geçerim, Kızılırmak havzasından da.

Miniatürk sergisini görenler, Yalı Boyu Evleri’nin nerede olduğunu bilir. Kimileri restore edilerek konaklamaya ve ziyarete açılan Yalı Boyu Evleri Amasya’da, Yeşilırmak kıyısındadır. Arkalarını Harşena Dağı'na yaslamışlar, önlerinden akan Yeşilırmak’ı seyre dalmışlardır. Irmağın karşı kıyısından bakılınca Harşena Dağının kayalıklarına oyulmuş Pontus Kral mezarları görülür.

Strabon adını duymuş muydunuz? Duymadıysanız duyun. Bilin ki Strabon, İ.Ö. 64 – İ.S. 23 yılları arasında yaşamış bir coğrafyacıdır ve Amasyalıdır. Yaşadığı çağın bilinen tüm ülkelerine ilişkin bilgi veren 17 ciltlik Geographika’yı yazmıştır.

Amasya, hem Osmanlı şehzadelerinin sancak beyliği yaptıkları, yönetim becerileriyle donatıldıkları kenttir; hem de bir bakıma Osmanlı Devleti’nin sonunu simgeleyen Amasya Tamimi’nin yayımlandığı kent.

Amasya’ya kalan da, şehri bir açık hava müzesine dönüştüren, görülmeye değer çok sayıda tarihsel yapıdır.

Tuna Nehri akmam diyor
Etrafımı yıkmam diyor
Şanı büyük Osman Paşa
Plevne’den çıkmam diyor.

Üniversitesine, stadyumuna, bir uçtan bir uca uzanan bulvarına Gazi Osman Paşa’nın adını veren kent Tokat’tır.

Amasya’nın da Tokat’ın da içinden Yeşilırmak geçer. Biri ırmak kıyısına Yalı Boyu Evleri’ni, ırmağa karşı kral mezarlarını yapmıştır; öbürü ırmaktan uzak durmuştur biraz. Amasya’da akşamları kadınlı erkekli, ırmak boyunda gezintiye çıkılır, Tokat’ta ise daha çok evlerin huzuru aranır.

Gök Medrese nerededir diye sorulsa çoğu kişi Sivas’tadır der, biliyorum. Bu, doğru ama eksik bir yanıt olur. Gök Medrese Tokat’tadır da. O da Selçuklu dönemi yapıtıdır, o da 13. Yüzyıldan kalmadır. Tokat Gök Medresesi, bugün artık bir müzedir.

Müzenin arkasındaki yazmacılar sokağında dolaşırken yüzünüze ahiler çağından esen bir rüzgârın serinliği vurur sanki. İçinizi belli belirsiz bir hüzün kaplar.

Tokat kebabıyla bugüne döner, yaşadığınızı hissedersiniz.

Amasya ve Tokat antik çağda Pontus bölgesinin içindeydiler.

Pontus ile Kapadokya komşuydular.

Kapadokya’nın, çoğu kez, yalnız Ürgüp–Göreme yöresinden ibaret olduğu sanılır. Oysa antik çağda Anadolu’nun en büyük bölgelerinden biriydi Kapadokya. Bugünkü Kırşehir, Nevşehir, Aksaray, Niğde, Kayseri, Yozgat ve Malatya illerinin tamamını; Ankara, Sivas ve Adana’nın da bir bölümünü kapsıyordu. Kapadokya adı Pers dilinde “güzel atlar ülkesi” anlamıma gelirdi.

Bitinya (İstanbul ve çevresi)’dan çıkan yol, Pontus ve Kapadokya’ya, Paflagonya (Kastamonu ve çevresi)’dan geçerek ulaşır. Kapadokya’dan güneye doğru yönelirseniz Kilikya topraklarına varırsınız. Kilikya, bugünkü Çukurova’dır.

Kapadokya’dan Kilikya’ya inen yol üzerinde Niğde şehri vardır.

Niğde’nin, denizden uzak şehirlere özgü o içe kapanıklığı, alçakgönüllülüğü... Kalesi bile alçacıktır Niğde’nin.

Alâeddin Camisi’nin Konya’da olduğu bilinir. Konya’da bir Alâeddin Camisi vardır var olmasına, ama Bursa’daki ve Niğde’deki Alâeddin Camilerini de unutmamalı. Konya’nın Alâeddin Camisi 12. Yüzyılda, Niğde’ninki 13. Yüzyılda Selçuklularca yaptırılmıştır; Bursa’daki Alâeddin Camisini sorarsanız, o Osmanlılar dönemine, 14. Yüzyıla aittir, bilmeli.

Niğde’den Çukurova’ya, Romalıların “Kilikya Kapıları” dedikleri Gülek Boğazından geçilir, Tarsus’a da Kleopatra Kapısından girilir.

Bakmayın bugün Adana ile Mersin’in arasında sıkışıp kaldığına, Çukurova’ya Kilikya denildiği zamanlar bölgenin en önemli merkeziymiş Tarsus.

İskenderun’dan başlayıp Silifke’ye uzanan, içine Dörtyol’u, Osmaniye’yi, Ceyhan’ı, Adana’yı, Tarsus’u, Mersin’i alan bölge; bugün İstanbul ve çevresinden sonra Türkiye’nin en büyük kentsel yerleşim alanıdır. Burada yerleşim yerleri neredeyse bitişiktir. Bir büyük şehrin semtleri gibidirler sanki.

İnsanın kendi gözüyle görmesi yetmez; buraları bir de Yaşar Kemal’in gözüyle görmek, onun Çukurova’yı anlattığı destansı yapıtlarını yeniden okumak gerekir. Yaşar Kemal’in romanları ve Çukurova “vahşi ve muhteşem bir türküye benzerler. Güçlü, sade ve insanı deli eden...”

Silifke, Çukurova’nın bittiği yerdir.

İstanbul’daki Kız Kulesi’ni herkes bilir de, Silifke’deki Kız Kalesi’ni gören, bilen o kadar çok değildir. Kız Kulesi’ne de, Kız Kalesi’ne de teknelerle geçilir. Kız Kulesi’nin kendine ait bir plajı yoktur, ama Kız Kalesi’nin, sıcacık Akdeniz sularına kendini bırakmak isteyenler için küçük de olsa bir plajı vardır.

Kız Kalesi’ni geçer geçmez Cennet ve Cehennem çukurluklarının bulunduğu Narlıkuyu’ya gelirsiniz. Çok eski zamanlarda, bir yer altı deresinin mağara tavanını aşındırması sonucu ortaya çıkan ortalama 100 metre derinliğindeki bu çöküntülerden birine cennet, ötekine cehennem denilmesinin nedeni, cennetin, içinde gezinti yapılabilen yeşil bir vadi görünümünde olmasına karşılık, cehennemin, inilmesi mümkün olmayan sarp kayalıklardan oluşmasıdır.

Narlıkuyu’daki asıl cennet, bu küçük yerleşim yerinin içine kadar sokulmuş denizin yarattığı gizli kalmış koydur, bir de bu koyun çevresine dizilmiş şirin mi şirin balık lokantaları. Cennet-Cehennem çöküntüleri görülmese de olur, ama bu koyun görülmesi gerekir, bu lokantalarda oturulması gerekir. Batıya doğru eğriler çizerek Pamfilya (Antalya)’ya doğru devam eden yolun, bitimsiz otel zincirlerinin ve kalabalıkların çağrısına kulak asmayıp; buradaki lokantalarda sunulacak lahoz balığının görkemini yaşamak gerekir.

Bir geziyi, başladığı gibi yine yollarda bitirmek gerekir...

( 2003)